Vakıf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü 2
16 Mayıs 2014 Bu içerik 1.236 kez okundu.
K
KÂ'BE: Mekke-i Mükerremede kâin mukaddes binâdır ki Hazret-i Ibrâhim ve İsmâil Aleyhis-selam tarafından bina olunmuştur. Müslümanların kıble mahallidir.
KABRİSTAN: Cenaze defin edilmek için tefrik ve tahsis olunan yerdir. Tahsis sûreti itibariyle kabristanlar bazı kısımlara ayrılır.Bir kısmı köy ve kasabaların ilk te'sisinde devletce kabristan olmak üzere devletin tasarruf ve hükümranlığı altında olan yerlerden tefrîk ve tahsis olunan yerler ve bir kısmı arâzi-i memlûkeden iken sahibleri tarafından cenaze defni için vakf olunan mahallerdir. Kanunen memnû' olduğu halde mutasarrıfları veya onların izniyle başkaları tarafından mîrî arâzîden kabristan ittihaz olunan yerler vardır.Bu gibi kabristanlara en çok köylerde tesadüf edilir. Kabristanların ekserîsi umumîdir, Hususî olanlar da vardır. Bunların bazıları metrûk ve bazıları halen kabristan olarak intifâ olunmaktadır.
Belediyeler Kanunu'nun 160. maddesiyle bazı mezarlıklar belediylere devredilmiş ve bu hususda bir de nizamnâme yapılmıştır. Kanunda tam bir vuzuh olmadığından bilhassa islam olmayanlara ait mezarlıklar hakkında belediyelerle cemaatler arasında ihtilâflar zuhûr etmektedir. Bkz: madde 160 ve nizamnâme.
KADI: Hüküm manasında olan kaza maddesindendir Fıkıh lisanında halk arasında tehâdüs eden ihtilâf ve münazaaları görmek üzere selâhiyetliler tarafından tarafından nasb ve tâyin olunan zata kadı denir.
KADI-ASKER(Ordu Kadısı): Bazı vakfiyelerde Kadıaskerlerin tasdik ve mühürleri vardır. Bu cihetle Kadıaskerlerin sıfat, selahiyet ve vazifeleri hakkında izâhat vermeği faideli gördüm. Kadıaskerlik (Ordu kadılığı) daha evvel İslâm Devletleri'nden bazılarında vardı. Osmanlılarda Sultan Birinci Murad zamanına kadar kadıasker tayin olunmamıştı. Ondan evvel hükümet merkezi olan belde kadısı Kadil-kuzat makamında, ordu ile beraber gider Kadı-askerlik vazifesini yapardı.
Orhan Bey zamanında İznik Kadısı olan Candarlı Kara Halil Efendi şehir ve kasabalara gönderilen kadı ve hatiplerin mercii idi. Sonra Sultan Murad zamanında asker sınıflara ayrıldığından ve ordunun şeri işleri çoğaldığından Bursa Kadısı olan Candarlı Kara Halil Kadı-asker tâyin olundu. Fatih merhûmun saltanatlarına kadar bir Kadı-asker olduğu halde bu tarihde Kadıaskerlik Anadolu ve Rumeli Kadı-askeri unvanıyla ikiye çıkarılmıştır.
Kaza teşkilâtının en büyük uzuvları Kazaskerlerdi padişahın kumanda ettiği seferlerde orduyu ta'kib ederlerdi. Ordu Avrupa'da harekata geçince Rumeli Kazaskeri, Asya ve Afrika'ya hareket edince Anadolu Kazaskeri giderdi. Kazaskerlerin en mühim vazifesi padişahın kanunî müşaviri olmaktı.Bununla beraber ganimet mallarının tevziine riyaset eder, ordu ve efradı arasında tekevvün eden hukukî davalarıı görürlerdi. Bunlardan başka Kazaskerler merkezde hakim vazifesini görür ve mevleviyyetlerden maada Rumeli'ne gönderilecek hakimler Rumeli Kazaskeri, Anadolu'ya gönderilecek hakimler Anadolu Kazaskeri tarafından ta'yin olunurdu. Bu hakimlere nâib denirdi ki Kazaskerin nâibi demektir.
Son zamanlarda Kazaskerlerin vazifesi İstanbul'da kendilerine ait olan davaları görmek ve hüküm vermeye münhasır kalmıştır.
KAİMMAKÂM-I MÜTEVELLİ: Mütevelli aleyhine dava açılmak veya mütevelli vekil bırakmaksızın uzak mahalle gitmek gibi bazı hallerde muvakkaten vakıf işlerine bakmak üzere hakim tarafından tayin olunan kimsedir. 2762 sayılı Vakıflar Kanunu kaimmakam-ı mütevelli tayini lazım gelen hallerde o vazifeyi Vakıflar İdaresi'ne tevdi ettiğinden Kaim-makam-ı mütevelli tayini usulu kaldırılmıştır.
KALENDERHÂNE: Kalender, dünya alakalarından elçekerek manevi hakikatlerden zevk duyan derviş demektir. Fakir dervişlerin barınmaları için yapılan zâviyelere kalenderhane denir. Burada zikir, ibadet, tasavvuf ve ma'rifetullaha müteallik bahislerle iştiğal olunurdu.
KAMERÎ SENE: Ay'a göre kabul olunan senedir. Kamerî denmesi bu cihetledir. Cahiliyet devrinde ayın hilâl şeklinde göründüğü gece ay başı olarak kabul ve diğer hilâl suretinde görünüşüne kadar geçen müddet bir ay ve oniki ay bir sene itibar olunmuştur. İşte İslam'da Hazret-i Ömer zamanında hicret tarihine göre başlangıcı Muharrem ayı olmak üzere Kamerî Tarih kabul olunmuş ve Avrupalılar Şemsî Tarihi tercih eylemişlerdir. İslamî eserlerde geçen ay ve sene kamerî ay ve senedir. Kamerî tarihle şemsî tarih arasında takrîben on ve küsûr gün fark vardır; yani, kamerî sene şemsî seneden bu kadar müddet noksandır.
KANAT: Yer altında su geçirilecek künk ve kâriz (lağam)dir.Çoğulu kanavât'tır.
KANTARA: Köprü demektir. Cisr de bu manadadır. Kamus şârihinin beyanına göre cisr daha geneldir. Kemerli ve kemersiz köprüye cisr ve kemer üzerine yapılan köprüye kantara denir. Bkz Cisr.
KAPAN: Vaktiyle yiyecek şeylerin toptan satıldığı yerlere kapan denmiştir. Un kapanı, bal kapanı gibi satılan şeylerin adlarıyle birlikte kullanılmıştır. Kapanlara dair bazı eserlerde muhtelif beyan ve izâhlar vardır. Heyet-i umûmiyesinden anlaşılıyor ki bunlar birer nev'i hal tarzında yenecek şeylere ait depolardır. Kabban Arapça'da kantar ve terazi manasındadır; fakat, kelime asıl Arapça olmayıp Farsça'dan Arapçalaştırılmıştır. Farsça'sı kebbândır. Kelime başka manalara da gelirse de onların mevzumuzla alakası olmadığından beyandan sarf-ı nazar olunmuştur.
KARÂBET: Baba veya ana her ikisi tarafından İslâmiyet devrini idrak eden son babaya nisbeti bulunanları ifade eder. İslâm olamayanlarda, olmayanlarda da karabet bu manadadır.
KARN: Devir ve yüz sene demektir. Buna asır da denir. Daha başka manaları varsa da vakfiyelerde yazdığımız manada kullanılmıştır.
KARNEN BA'DE KARNİN: Devir devir, asır asır demektir. Süreklilik ifade eder. Fakat, tertibe delâlet etmez. Mesela, vâkıf vakfının gelirini karnen ba'de karnin evlad ve evlad-ı evladına şart eylese mukaddem ve muahhar batınlardaki evlad gelire hak kazanmış olur.
KERVANSARAY: Büyük şehir ve kasabalar arasında kervanların konaklayıp kendi ve hayvanlarının dinlenmesi için mermerden yapılan binalardır. Yolcular memleketin dört tarafını birbirine bağlayan bu saraylarda tam bir emniyet içinde konaklardı. Kervansaraylar gayet muhkem bir tarzda yapılmış birer sanat abidesi halinde idi. Üzerlerinden asırlar geçtiği halde bazıları halen eski şekil ve metanetini muhafaza etmekte ve bazıları harab olup burada kuşlar barınmaktadır. Selçukîler memlekette seyr ü seferi kolaylaştıran kervansaraylara gereği gibi ehemmiyet verdikleri gibi Osmanlılar da fevkalade ehemmiyet vermiş ve yer yer kervansaraylar vücuda getirmişlerdir. Bunların ekserisi vakıftı. Bu yerlere inenler burada meccanen barınırlar, ücret vermezlerdi. Vakfı ve vâridâtı (geliri) olmayan kervansaraylarda konaklayanlardan cüz'î bir para alınırdı. Misafirlerin her türlü ihtiyaçları düşünülmüştü. Kervansaraylar yalnız yol üzerinde değil büyük şehirlerin transit merkezlerinde de vardı. Kıymetli araştırıcı Zeki Pakalın tarih deyim ve terimlerine dair yazdığı eserde kervansaraylara dair etraflı malumat vermiştir. Bkz.Pakalın, II, s.245
KARZ-I HASEN: Faizsiz para vermek demektir. Bazı vakfiyelerde sağlam kefil ve kuvvetli rehin ile ihtiyacı olanlara faizsiz ödünç verilmek üzere paralar vakfedilmiştir.
KÂSE-ŞÛY: Bulaşık yıkayan, bulaşıkçı. Tekye, imâret ve hastahâne vakfiyelerinde geçer.
KÂTİB-İ HÂFIZ-I KÜTÜB: Kütübhânelerdeki kitapların miktar ve isimlerini kütüphâne defterlerine kayd ve harice vermek câiz olan kütübhânelerde her kime herhangi kitab verilmiş ise hususî defterine işaret eylemek ve hâfız-ı kütübün kütübhâne işlerine ait emirlerini ifa etmek vazifesiyle mükellef olan kimsedir.
KÂTİB-İ İMÂRET: İmârete giren ve çıkan erzak ve eşyâyı hususî defterine kayd eden kimsedir.
KAYYIM: Vakfın malını görüp gözetmek ve hıfz etmek üzere tayin olunan kimsedir. Mütevelliye de kayyım denirdi.
KEFÎL-İ MELİ: Servet sahibi kefil demektir.
KEHHÂL: Arapça kehl maddesindendir. Müteaddit manalara gelen kehl, göze sürme çekmek demektir. Göz hekimlerine kehhâl denirdi. Hastahâne vakfiyelerinde göz hekimleri kehhâl unvanıyla zikrolunur. Saraydaki göz hekimlerinin başına kehhâlbaşı denirdi. Biz bunlara göz doktoru diyoruz. Araplar Tâbibü'l-uyûn demektedirler. Göz hekimlerine kehhal denmesi sürmenin göze ve göz hastalıklarına faidesi olması münasebetiyle olacaktır.
KENDÜM (GENDÜM) KUB: İmârethâne ve hastahâne gibi hayır müesseselerinin muhtaç olduğu buğdayları döğüp hazırlayan kimsedir ki bazı vakfiyelerde bir hizmet olarak zikrolunmuş ve ücret tayin kılınmıştır.
KENNÂS: Kens maddesindendir. Kens Arapça süpürmek manasındadır. Kennâs abdesthâne süpürüp temizleyen demektir. Bazı vakfiyelerde kennâslık bir hizmet olarak yer almış ve ücret tayin olunmuştur.
KIŞLAK: Kışın havasından, ot ve suyundan istifade olunan ve kar düşmeyen alçak yerlerdir ki iki kısımdır. Biri Tapu ile müstakillen veya müştereken tasarruf olunan yerlerdir ki bunların ekili araziden farkı olmayıp mirî arazi hakkındaki hükümler tatbik olunur ve sahiplerinden tahammülüne göre kışlak resmi alınır. Diğeri, bir köy ahalisine müstakillen veya üç beş köy ahalisine müştereken tahsis olunan kışlaktır ki bu yerin otundan suyundan yalnız kendilerine tahsis olunan köy ve kasaba ahalisi intifa' edip (faydalanıp) başkaları intifa' edemez. Bu yerlerin tahammülüne göre kışlak resmi alınır. Kışlaklar metrûk araziden olup, alınıp satılmaz ve ahalinin rızası olmadıkça ziraat olunmaz ve haklarında murûr-ı zaman cereyan etmez.
KIYYE-VUKIYYE: 400 dirhem demektir. Arapça'da ukiyye veya vukiyye olarak kullanılır. Yedi miskal vezninde ve kırk dirhem olan vezne de denir. Ekseri vakfiyelerde, eski kanun ve nizamlarda vukiyye tarzında kullanılır.
KİBS: Bir yerin tarla haline getirilmesi için çukurlarına doldurulan topraktır. Çukur yerleri doldurup tesviye etmeğe de kibs denir.
KİLERDÂR: Yiyecek ve içecekleri muhafaza, verilecek ve sarf edilecek yerlere verip sarf eden vazife sahibidir. Kilerdâr-ı Âmire ve kilerdârbaşı saray deyimlerinden olup sarayın kilercisi ve kilerci başısı demektir.
KİSE: Vaktiyle yüz akçeye bir kise; yüzbin akceye bir yük; on yüke bir hazine denirdi. Vâhîd-i kıyâsî (birim) kuruş itibar edildikten sonra kese, yük gibi tabirler terk olunmuştur.
KURBET: Cenab-ı Hakka yakınlık ve ibadettir. Cenab-ı Hakka kurbet ve ibadet vakfın sebebi olarak kabul edilmiştir.
KÜRSİ ŞEYHİ: Cuma günleri büyük camilerde Cuma namazından sonra cemaate va'z ve nasihatta bulunan zattır. Kürsi şeyhlerine halk arasında Cuma vaizi de denirdi. Kürsi şeyhliği halkı irşad için tesis olunan bir tarik-i ilim ve ma'rifetti. Kürsi şeyhliğinin en son mertebesi Ayasofya Kürsi Şeyhliği idi. En evvel Eyüp Cami-i şerifinde başlayan kürsi şeyhliği sonradan yediye çıkarılmıştı ki Eyüp, Sultan Selim, Fatih, Bayezid, Süleymaniye, Sultan Ahmed ve Ayasofya kürsi şeyhlikleri idi. İnhilâl vukuunda (bu makam boşaldığında) yukarı dereceye doğru teselsülen terfi' yapılır ve nihayet münhal kalan Eyüp Cami-i şerifi kürsi şeyhliğine müstahikki tayin olunurdu. Tahsilde bulunduğumuz zaman Ayasofya Kürsi Şeyhi meşhur ve mümtaz âlim Manastırlı İsmail Hakkı Efendi merhum idi. Cuma günleri bu zatı dinlemek için ahali ve talebeden binlerce kişi Cuma namazına Ayasofya'ya gelir ve namaz sonunda kemal-i dikkat ve manevi zevk ile merhumu dinlerler ve bazıları muntazaman takrirlerini yazıp zabtederlerdi.
L
LEYLE-İ BERÂT: Bu gece Şaban ayının onbeşinci gecesidir ki rahmet ve gufran gecesidir. Bu gecede mü'minlerin duaları kabul ve günahları afv olunur. Elmalılı Hamdi Efendi merhum, "İnnâ enzelnâhu fî leyleti'l-mübâreke" ayeti celilesinin tefsirinde, Hacı Zihni Efendi merhum "Nimetü'l-İslâm" adlı eserin Kitabu's-salât bahsinde Leyle-i berât hakkında
etraflı izahatta bulunmuşlardır. Fahr-i kainat Efendimiz duaların reddolunmayacağı beş geceden birinin Berât gecesi olduğunu beyan buyurmuşlardır. Müslümanlar diğer mübarek geceler gibi bu geceyi de ibadet ve Allah'a niyazla ihya ederler.
LEYLE-İ KADR: Vakıf denince Allah'a kurbet ve ibadet, kurbet ve ibadet denince mübarek günler ve geceler hatıra gelir. Leyle-i kader, cumhûr tarafından kabul olunduğu üzere Ramaza'nın yirmiyedinci gecesidir, en mübârek ve kudsî bir gecedir. Muhtelif tarîklerle rivayet olunan ve müttefekunaleyh olan hadîs-i şerîflerden birinde "Kadir gecesini Ramazan'ın son yedisinde arayın" ve diğer bir hadîs-i şerîfde Leyle-i Kadri arayın, kim aramak isterse Ramazan ayının yirmi yedisinde arasın" buyurulmuştur. Kadir gecesi çok mübarek bir gecedir. Cenab-ı Hak Kadir Sûresinde "Biz Kur'ân-ı Kerîm' Kadir gecesinde inzâl eyledik (indirdik). Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır." buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîfte de "Kim Kadir gecesinde ihlâs ile kâim olursa, o geceyi ibadetle geçirirse geçmiş günahları mağfiret olunur." buyurulmuştur. Bu gecenin kudsiyetinden dolayı müslümanlar Ramazan'ın 27. gecesi sabaha kadar ibadet ve taatle meşgul olarak Allah'tan mağfiret ve saadet niyâzında bulunurlar.Yine bu gecenin şeref ve fazileti içindir ki bazı vakıflar her Kadir gecesi Kur'an okunup sevâbının ruhlarına hediye edilmesini ve vakfettikleri cami ve mescidlerde bu gecelerde sahablara kadar mum ve kandil yakmak suretiyle aydınlatılmasını şart etmişlerdir.
LEYLE-İ Mİ'RÂC: Fahr-i Kainât aleyhi ekmelüt-tahiyyât Efendimizin Mescid-i harâmdan Mescîd-i Aksâ'ya ve oradan âlem-i semâvâta çıktığı gecedir ki Receb'in 27. gecesine müsâdiftir. Bu esnada âlem-i semâvâtta nice acâib ve garâibe şâhid olmuş ve beş vakit namaz bu gece farz kılınmıştır. Mi'râc, inşikâk-ı Kamer (Ay'ın yarılması) gibi Resul-i Ekremin mucizelerinden biridir. Allah'ın kudret ve azametine nispetle Mirâc hadisesi iman ve idrâk sahibleri için tereddüd ve i'zâm olunacak bir hadise değildir; yeter ki Allah'ın varlığına, kudret ve azametine iman etsin. Müslimanlar bu mübarek geceyi de ibadet, hayır ve hasenâtla ihyâ ve tes'id ederler (kutlarlar). Mirâc hakkında tafsilât için merhûm Elmalılı Hamdi Yazır'ın Sure-i İsrâ tefsirine bakınız.
LEYLE-İ REGÂİB: Receb'in ilk Cuma gecesidir; ister birinci, ikinci ya da yedinci gününe rastlasın. Siyer müellifleri ve bazı âlimler bu geceyi Fahr-i Kâinat Efendimiz'in sulb-i pederden rahm-i pâk-i mâdere (ana rahmine) düşdüğü gece olarak izah ederler. Fakat fıkıh ve hadis kitaplarında bu yolda bir sarahate tesâdüf olunmaz. Bu geceyi de müslümanlar Allah'a ibadet ve niyâzla geçirirler.
Lİ-EB: Baba bir demektir. Li-eb kardeş, baba bir kardeş ve li-eb amuca ve hala, babanın baba bir erkek ve kız kardeşi ve li-eb dayı ve teyze, ananın baba bir oğlan ve kız kardeşidir
Lİ-EBEVEYN: Ana baba bir demektir. Li-ebeveyn kardeş, ana baba bir kardeş, li-ebeveyn amuca ve hala, babanın ana baba bir erkek ve kız kardeşi ve li-ebeveyn dayı ve teyze; ananın, baba bir erkek ve kız kardeşi demektir.
Lİ-ÜM: Ana bir demektir. Li-üm kardeş; ana bir kardeş, li-üm amca ve hala; babanın ana bir erkek ve kız kardeşi ve li-üm dayı ve teyze; ananın ana bir erkek ve kız kardeşi demektir.
LONCA : İtalyanca'dan alınmış bir kelimedir. Aslında oda manasında olup esnaf ve tüccarın muamele ve münasebetlerine ait işleri görmek için seçilen esnaf ve tüccarın ileri gelenlerinin toplandığı mahaldir. Fakat Lonca denince burada toplanan hey'et murad olunur.
LÜZÛMÎ VAKIF: Vakfın feshi kabil olmayacak bir halde bulunmasıdır. Vakfın cevazında ittifak vardır. Fakat lüzumu ihti1aflıdır. İmâm-ı A'zam'ın re'yine göre vâkıf, vakf eylediği malı mütevelliye teslim etse dahi ariyet kabilinden olup lüzum ifade etmez ve binaenaleyh vâkıf, vakfından her zaman rücu' edebilir (vazgeçebilir). Yalnız adı geçen imama göre vakıf iki suretle lazım olur. Biri hakimin lüzumuna hükmü ile ve diğeri ölümden sonraya izafetle yani vasıyet suretiyle. Hakim vakfın sıhhat ve lüzumuna hükmedince lazım olup artık bu vakıf fesh ve ibtal olunamaz. Buna tescîl-i vakf (vakfın tescili) de denir. Nitekim bir kimse vasiyet yoluyla vakıf yapıp da vasiyetinde ısrar ederek vefat ederse o vakıf fesh ve iptal olunamaz. İmam-ı Yusuf'un ictihadına göre, vakıf lazım olarak in'ikad eder, vücud bulur. Lüzumu hakimin hükmüne muhtac olmadığı gibi mütevelliye teslime de bağlı değildir.
İmâm-ı Muhammed'in ictihadına göre vakıf teberru' kabilinden olduğundan vakıf mal mütevelli veya meşrûtunlehe teslim edilmedikçe lüzum ifade etmez. Vakıftan her zaman rücu' olunabilir. Fakat mütevelliye veya meşrûtunlehe teslim olunca lüzum ifade edip artık ondan dönülemez.Bu ihtilafa mebni vakıf yapanlar hakime müracaatla vakıflarının lüzumuna hüküm alırlar. Çünkü hakim ictihadî meselelerde herhangi kavl (görüş) ile hükmederse onunla amel vâcib olur.
M
MAHALL-İ SADAKA : Sadaka alabilecek durumda olan kimsedir. Fakirler, miskinler gibi.
MAHALL-İ VAKF: Mevkûf lafzının mürâdifidir. Vakıf tasarrufu kendi üzerine vârid olan mal demektir. Meselâ, vakfeden falan mahalde kain falan hudutla mahdud falan dükkanımı ve falan mahalde kâin falan hudutla mahdud hanımı fukaraya vakfettim deyince dükkan ve han mahall-i vakf olmuş olur.
MÂHİ'N-NUKÛŞ: Mâhî, yok etnıek manasında olan mahv maddesindendir. Nukuş, nakşın çoğuludur. Nakş, yazı ve emsali şeylerdir. Mâhi'n-nukûş yazı ve emsali şeyleri kaldıran, izâle eden demektir ki bazı vakıflarda ücretli bir hizmetlidir. Bu hizmete tayin olunan kimse cami, şadırvan, hela ve emsali vakıf binaların duvarlarına şunun bunun tarafından yazılan yazıları ve yapılan resimleri silmek ve izale etmekle mükellefdir.
MAHKEME-İ EVKÂF: Vakfiyet, tevliyet, icâreteynle tasarruf gibi davalar1a gayr-i menkul mutasarrıflarının gaybûbetleri halinde icâre-i müeccelenin feshi, mütevelli muhasebeleri, vakfiye tanzimi ve tevcih-i cihata (görevlendirmelere) müteallik i'lâmlara muktaza beyanı gibi vakfa ait muayyen bazı hususları görmek üzere eski Evkaf Nezareti nezdinde teşkil olunan mahkemedir. Bu mahkemeye Meşrutiyette Mahkeme-i Teftiş-i Evkaf denmekte idi. 1254 H. tarihine kadar Evkaf-ı Hümâyûn ve Haremeyn Evkafı Müfetişlikleri ayrı olduğu halde mezkûr tarihte birleştirilerek Evkaf-ı Hümayûn Müfettişliği unvaniyle Mahkeme-i Teftiş teşkil olunmuş ve Şer'i Mahkemelerinin ilgası hakkındaki kanunla ilga edilerek evrakı İstanbul 6. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne devredilmiştir.
MAHLÛL: Mutasarrıfının intikal sahibi bırakmaksızın vefatı gibi bir sebeple vakfına rucu' eden müstegaldir. Bkz. Müstegal
MAHLÛL GEDİK: Mutasarrıfının haklarından azâde kalarak rakabe mâlikine rücu' eden gediktir. İcâreteynli vakıf gedik sahibinin intikal hakkı sahibi olan varis bırakmayarak vefatiyle gediğin vakfına rücûu gibi.
MAHLÛL MUACCELESİ : Mukataa-i kadîmdeki müstegallât-ı vakfiye ile icâreteynli vakıf mutasarrıflarının hakkı intikale nâil bırakmaksızın vefatları vukuuyle mahlûl olan yani vakıflarına avdet eden akarların tekrar mukataa ve icâreteynle, tâliplerine icârında peşin alınan paradır. Tabirden ancak bu mana anlaşılır. 1964 tarihli Vakıflar Bütçe Kanunu'nda gelirler arasında mahlûl muaccelesi diye bir kalem vardır. Vakıflar Kanunu ile mukataa ve icâreteyn nıuameleleri lağvedilmiş olmasına göre Bütçe Kanunu'ndaki tabirden söylediğimiz manayı kastetmek değildir. Belki maksat mahlûl hisseler gibi satılacak akarlardan elde edilecek bedeldir. Ancak tabir bunu ifade etmez. Maksat bu ise mahlûl bedelleri demek iktiza ederdi.
MAHYACI: Minareler arasına geceleri kandillerle dinî, ahlakî ve ictimâî vecizeler yazan ve şekiller yapan kimsedir ki Ramazan-ı şerîfte büyük camilerin arasında yapılır.
MAKLÛAN KIYMET: Yıkıldıktan sonra bina enkazının ve sökülen ağacın kıymetleridir.
MAL: İnsan tabiatının meyledip ihtiyaç zamanı için biriktirilen şeydir. Elde etmek için çaba gösterilen şeydir diye tarif olunmuştur.
MAL-I VAKF: Vakfa ait mal demektir.
MA'LÛM: Vazife demektir. Çoğulu meâlîmdir. Mütevellinin ma'lûmu denince mütevellinin vazife ve ücreti anlaşılır.
MÂNİUN-NUKUŞ: Cami', medrese, türbe ve helâ gibi binaları dolaşârak bunların duvarlarına yazı yazılmasını ve resim yapılmasını men' hizmetiyle mükellef olan kimsedir. Vakfiyelerde bunlar bir hizmet olarak şart edilerek bu hizmeti yapanlara ücret tâyin olunmuştur.Bkz.mâhin-nukuş
MANSUR MÜTEVELLÎ: Mütevellî olması hakkında vâkıf tarafından bir şart olmayan münhâl tevliyetlere hakim tarafından tâyin olunan zattır. Vâkıfın şartı mucibince taayyün eden mütevelliye meşrûd mütevelli denir.
MASÂRIF-I VAKF: Vakfın menfaatleri kendilerine meşrût olan cihetlerdir. Buna meşrutün-leh ve mevkûf ün-aleyh de denir. Bu maddelere bak.
MEBERRÂT: Meberre'nin çoğuludur. Meberre iyilik ve ihsan demektir. Aslı olan bir kelimesi de iyilik ve ihsân mânasındadır.
MEBNİYYEN KIYMET: Ebniyenin, yerinde bulunduğu halde kıymeti demektir ki arz bir kere ebniye ile bir kere de ebniye olmadığı halde takvim olunur, yâni, kıymetlendirilir. İki kıymet arasındaki fark ebniyenin kıymeti demek olur. Mesela, Arz ebniye ile 10.000 lira ve ebniyesiz 6.000 lira ise 4.000 lira ebniyenin kıymetidir.
MECLÎS-Î ŞER': Hakimin muhâkeme veya bir takrîr dinleme için akd eylediği celse demektir. Meclisin şer'a izâfesi şer'i hükümler tatbik olunmak itibariyledir. Bu manada meclîs-i şer'i münîrde, meclîs-i lazimü't-tevkîrde gibi ta'zîmi mutazammın tâbirler de sevk olunur.
MEFHÛM-I MUHÂLİF: Kendisinden sükût olunan şeyin hükmünde mantûka yani söylenen hükme muhâlif olmasıdır. Buna delil-i hitâb da denir. Mesela, vâkıf vakfiyesinde vakfımın gallesi erkek evlatlarıma verilsin dese bunun mefhûm-ı muhâlifi kız evlatlarıma verilmesin demektir.Mefhûm-ı muhâlif Hanefilere göre hüküm çıkarmakta delil olmazsa da musanniflerin sözlerinde, muhavere ve alel'ade beyanlarda muteberdir. Meselâ, fukaha vakfın mahalli mal-i mütekavvimdir deyince mütekavvim olmayan malın vakfı sahih olmadığı anlaşılır. Mefhûm-ı sıfat, ınefhûm-ı şart, mefhûm-ı gaye, mefhûm-ı aded, mefhûm-ı lakab hep rnefhûm-ı muhalif ka'bilindendir.
MELİ: Mallı, zengin demektir. Mesela, vâkıf bir ciheti hayre "Hayır cihete" para vakf edip bu para kefil-i melî ve rehin-i kavî ile ahara ödünç verilip ribh'den fakir mekteb talebesine kitab ve kalem alına, diye şart etse bu para ancak zengin kefil ile, kıymeti borcu ödemeğe kifâyet edecek rehn ile ikraz olunabilir.
MENÂFİ-İ VAKF: Vakıf malların temin eylediği faide ve menfaattir. Kira, ribh, sükna, meyva vesair hasılat gibi.
MENKUL: Bir mahalden başka mahalle nakli mümkün olan şeydir. Nukud, urûz, hayvanat, mekilât ve mevzunata ve adediyyâta şâmildir. (Bu maddelere bak)
MEN LEH ÜL-İSTİĞLÂL: Vakfın gallesi kendisine meşrûd olan kimsedir. Mesela bir kimse bir mal vakf edip te bu malın gallesini kızlarına ve bunlardan sonra fukaraya şart etse kızları ve fukara men leh ü1-istiğlâl olur.
MEN LEHÜS-SÜKNÂ: Bir vakıf binanın süknası kendisine meşrut olan kimsedir. Mesela, bir kimse bir ev vakf edip te süknasını batnen ba'de batnin fakir kızlarına ve onların fakir kızlarına şart etse kızlara men lehü's-süknâ denir.
MENŞÛR: Padişah tarafından tevcih olunan vezâret ve müşirlik rütbesi verildiğini havi ferman demektir.
MERÂFİK: Mirfak'ın çoğuludur. Mirfak bir işi suhületle tutmak ve suhûletle muamele eylemek mânasındadır. Asıl madde rifk dır. Rifk, faidelendirmek menfaat vermek mânasındadır. Bu münasebetle bir mahallin ve bir evin kuyu, matbah ve su ayağı gibi faidelendiği şeylere denir. İrtifak bu mâna mülahazasıyla istimal olunmaktadır.
MEREMMET: İslâh ve tamir etmek demektir.
MEREMMET-İ GAYR-İ MÜSTEHLEKE: İstihlâk edilmeden binâdan ayrılması mümkün olan meremmetdir. Merdiven, kuyu, dolap gibi.
MEREMMET-İ MÜSTEHLEKE: İstihlâk edilmeden binadan ayrılması ka'bil olmıyan meremmetdir. Boya ve sıva gibi.
MERKAD: Uyuyacak yer demektir. Bu münâsebetle Peygamberimiz Efendimizin Medine'de bulunan kabr-i şeriflerine merkad-i nebî denir.
MESÂLİH-İ MESCİD: Mescidden maksâd olan gayenin tahakkuku vücudlarına mütevakkıf bulunan kimseler ile levâzım-ı sairedir. İmam, hatip, müezzin, kayyum gibi vazife sahipleriyle mescidin tenvirât ve tefrişâtı gibi ihtiyaçları bu kabildendir.
MESÂLİH-İ VAKF: Vakıfdan maksud olan gayenin tahakkuku vücuduna mütevakkıf olan hususlardır. Muallim, tâbib, müderris, imâm ve hatib tâyini. Vakıf akarların tamir ve termimi, icâr ve ücretlerinin cibâyet ve tahsili gibi.
MESCİD: Müslümanlara mahsûs ibâdet mahalli demektir. Küçüğüne büyüğüne mescîd denir. Örfümüzde Cum'a ve Bayram Namazı kılınmayan ibâdethâneye Mescîd, Cum'a ve Bayram Namazı kılınan ibadethanelere Cami denir ki mescid câmi' demektir. Mescîd-i Aksâ, Kudüs'deki meşhur ma'bed ve Mescîd'i Haram, Ka'be-i Mükerremedir.
MESNEVİ :Celalüddin-i Rumi hazretlerinin Farisi manzum olarak vücuda getirdikleri meşhur mutasavvifâne eseridir. Farsça ve Türkçe bir çok şerhleri vardır ve bazı dillere tercüme edilmiştir. Bir vakfiyede mesnevi okutulması meşrûd olsa bu esere haml olunur.
MEŞRÛTÜN-LEH: Vâkıf tarafından vakfın menfaati kendisine şart olunan cihettir. Meselâ, vâkıf vakf eylediği hanın vâridâtını bir medresenin müderris ve talebesine veya bir Caminin imam ve hatibine şart etmiş ise bunlar meşrûtun-leh olmuş olur.
MEVKÛF: Vakf olunan maldır.
MEVKÛFUN-ALEYH: Vakıf tarafından vakfın menfaati kendisine şart olunan cihettir. Meşrûtun-leh mürâdifidir.
MEVLÂ: Mâlik, efendi gibi muhtelif mânalara gelen bu kelime azad eden ve azad olunan mânalarına da gelir. Kullanıldığı mevkiye göre mânalandırılır. Çoğulu mevâli'dir.
MEZBÛR: Okuması ve yazması olmayan ve ismi geçen şahıs beyanında kullanılırdı. İkilinde mezbûren, çoğulunda mezbûrûn, kadın ise tekilinde mezbûre, ikilinde mezbûretan, çoğulunda mezbûrat kullanılır. Bkz. Mumâileyh, Müşârûnileyh.
MİL: Evvelce Osmanlı Devleti'nde 2500 ve Avrupa'da 1000 zira' tulunde mesâfeye denirdi. Sonra, coğrafyacılar küre-i arzın münkasîm olduğu üçyüz altmış dereceden birinin yirmi cüz'ünden bir cüz'üne fersah ve her fersahın üçte birine mil dediler. Bu hesaba göre fersah bir saatlik ve mil yirmi dakikalık mesafe demektir. Maahaza ekser kavimlerin coğrafi milleri muhtelif olduğu gibi kara ve deniz milleri dahi muhteliftir.
MİSKİN: Hiç bir şeye mâlik bulunmayan kimsedir. Çoğulu mesâkin'dir.
MUALLİM: Mekteplerde ders veren, öğreten zattır.
MUÂMELE-İ ŞERİYYE: Muâmele-i hukukîyye demektir. Faiz ilzâmı için yapılan muâmeleye de denir. Meselâ; vakıf bir para, muayyen bir müddetle bir kimseye ödünç verilir. O müddet zarfında ne kadar faiz tutuyorsa bunu borç haline getirmek için vakfın malından ödünç para alan kimseye o kadar para mukabilinde bir mal satılır ve o kimse o malı vakfa hibe eder. Bu suretle faiz hukukî bir borç halini alır. Bu muâmeleye muâmele-i şer'iyye denir.
MUGÂRESE: Bir arz üzerinde ağaç dikip yetiştirmek ve meydana gelecek semereden muayyen bir hisse dikip yetiştirene ait olmak üzere yapılan akiddir. Eski ve yeni mevzuatımıza göre gerek bu mukavele mülk ve gerek sahih ve gayr-i sahih vakıf arz üzerine yapılmış olsun muteber değildir. Diken ancak arz sahibinden fidanların kıymeti ile ecr-i mislini isteyebilip semereden ve arzdan hisse isteyemez.
MUHDES GEDİK: 1247 Hicri tarihinden sonra ihdas olunan gediklerdir.
MUİD: Lûgatte iade eden mânasındadır. Örfde medreselerde talebenin derslerini müzâkere ve hocanın takrirlerini iade ve izah eden zattır. Müderris muavini de denir.
MUKATAA: Arsası vakıf ve üzerindeki bina ve ağaçları mülk olan akarda mutasarrıf tarafından arsa vakfına verilmek üzere arsa için kat' ve ta'yin olunmuş olan senevi ücrettir. Buna icâre-i zemin de denir.
MUKATAA-İ KADÎMELİ MÜSTEGALLÂT-I VAKFİYYE: Mukataa ile icâr olunup henüz üzerine bina inşa ve ağaç dikilmeyen müstegallâttır.
MUKATAA-I ZEMİN: Mîrî arâzî üzerinde yapılan binaların yerleri ile koru ve mer'a olarak intifa' olunan arâzî-i emîrîyyeden ücret olarak alınan vergidir. Buna icâre-i zemin de denirdi. Bu vergi Hazinenin öşür alamaması sebebiyle husûle gelen zararı telafi için vaz'edilmişti.
MÛMÂ-İLEYH: İsmi geçip okuması yazması olan şahıslarda kullanılır. Filân efendi geldi mûma-ileyh ile uzun müddet görüşdük gibi. İki şahıs olursa mûma-ileyhimâ, ziyâde olursa mûmâ-ileyhim denir. Bir veya ikisi kadın olup diğeri erkek ise yine böyledir. Eğer kadın ise mûmâ-ileyhâ, tesniyesinde mûmâ-ileyhimâ denir; çoğulu kullanılmaz Bkz. mezbûr, mûşarünileyh.
MUNZAM MÜTEVELLÎ: İhtiyaç zamanında mütevellîye yardım etmek üzere hakim tarafından nasb "tâyin" olunan zattır.
MUSALLÂ: Namaz kılınacak yer demektir. Bazı şehirlerde ve yollarda su başlarında namaz kılmağa mahsus yerler vardır. Buralarda kıble tarafı mihrâb veya bir taşla belirtilmiştir. Bazı büyücek şehirlerde Cum'a ve bayram namazı kılınmak için namazgah adı altında geniş yerler tahsis olunmuş ve etrafları duvarla çevrilerek hutbe i'rad edilmek üzere minber vaz'olunmuştur. Namazgahlardan bazıları vakıfdır ve bazıları vaktiyle devlet tarafından namaz kılınmak için tefrik olunan yerlerdir. Bundan başka bir de ekserisi cami avlularında olmak üzere cenaze namazı kılmağa mahsus mahaller vardır ki buna musalla, cenazelerin, üzerlerine konduğu taşa musalla taşı denir.
MUSILLA-İ SAHN: Fatih Camii şerifinin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında yüksek tahsil yapılan Sahn Medreselerine girebilmek için alt taraflarında idâdi derecede inşa olunan medreselerdir. İbtidâ-i haric ve ibtîdâ-i dahil maddelerinde beyan olunduğu üzere ilk tahsil sıbyan mektebinden sonra hane medreselerinde ve orta tahsil dahil medreselerinde yapılır, buralardan me'zun olup da yüksek tahsil yapmak isteyenler imtihansız Musılla Medreselerine girenlerdi. Buralarda muvaffak olanlar Sahn Medreselerine yükselir ve buradan me'zun olanların isimleri Divân-ı Hümâyûn defterine kayd edilirdi. Bu tali medreselere yâni musılalara Tetimme Medreseleri de denirdi.
MUSILLA-İ SÜLEYMANİYE: Süleymaniye yüksek medreselerinin idâdi medreseleri idi. Süleymaniye üst medreselerine girmek için bu tali medreselerde okuyup ehliyeti isbat etmek lazımdır.
MÜSKE: Lûgatte temessük olunan şey demektir. Istılahda, bir arzda ziraat etmek hakkına mâlik olmaktan ibarettir. Buna müşedd-i müske denir. Meselâ bir kimse diğer bir kimseden ziraat için bir arz istiare veya kiralasa o yerde ziraat etmek hakkına mâlik olmasına müske denir. Bazan girdaraa şâmil mânada kullanılırsa da lisanımızda müstâmel değildir. Bkz. Girdar.
MUTASARRIF: İcâreteynli vakıflar gibi tedâvül kabiliyetini haiz bir vakıf gayr-i menkulü tedâvül ettirmek salâhiyetine mâlik olan kiracıdır. Mesela, icâreteynli bir vakıf kiracısı icârı altında bulunan me'cur gayr-i menkulü ahâra ferağ edebilirdi. O kimse vakfın mâliki değil mutasarrıfı idi. Arâzî Kanunu hükmünce mîrî arâzî kiracıları da bunun gibi o arâzînin rekâbesine mâlik olmayıp mutasarrıfı idi.
MÜCTEHED ÜN-FİH: Hakkında sarih ve kat'i nass olmadığı cihetle islam müctehidlerinin muhtelif re'yde bulunduğu mes'elelerdir. Kur'an ve hadisi anlamaktaki anlayış farkından ileri gelir. Bir kanunu anlamakta müellifler arasında görülen anlayış farkları gibi
MÜDDET-İ SEFER: Orta yürüyüşle üç günlük yol- dur. Bulunduğu yerden, üç gün uzak bir yola giden kimseye şerîat lisanında, müsâfir denir ve bunlar hakkında, müsafir hakkındaki hükümler cereyan eder örfümüzde daha az bir mesâfeye hatta, bir kasaba ve şehirde başka bir kimsenin yanına gidene müsâfir denirse de, şer' lisânında, bu gibi kimselere müsafir denmez ve haklarında müsafir hükümleri tatbik bulunmaz.
MÜDERRİS: Tedrîs masdarındandır. Medreselerde mu'tad usûl dairesinde ders veren zâttır.
MÜESSESÂT: Müesses'in çoğuludur. Müesses, vücuda getirilen eser manasındadır.
MÜESSESÂT-I HAYRİYYE: Ma'bedler, mektepler medreseler, hastahâneler ve sâir hayrî eserlerdir.
MÜEZZİN: Cami' ve mescidlerde namaz vakitlerinde ezan ve kamet vazifelerini ifâ eden zattır.
MÜFTEKİR: Fakir ve muhtac mânasınadır. Zengin iken sonradan fakir düşmüş demek değildir.
MÜFTİ: İftâ masdarındandır. Şer'i mes'eleler hakkında sorulan suallere cevap veren zattır. Osmanlı Devleti'nde ve Türkiye Cumhuriyeti'nde Kaza, Livâ ve Vilâyet merkezlerinde bu iş için müftiler ta'yin edilmiştir. Müftilerin vazifesi yalnız anlatılan hadisenin mahiyetine göre şer'i hükmünü beyandan ibârettir. Hüküm mâhiyeti yoktur. Alakadarlar kabul etmezlerse mahkemeye müracaat ederler.
MÜLK : İnsanın mâlik olduğu şeydir. Ayn, alacak ve menfâate şâmildir.
MÜLK GEDİK: Vakıf olunmayan gedikdir. Bkz. Gedik
MÜLKNÂME: Hükümdar tarafından bir arâzî parçasının şer'i haklarının veya rekâbesinin bir veya bir kaç şahsa temlikini mutazammın olan vesika, ferman demektir.
MÜNÂKALE-İ VAKF: Vâkıfın bir maldan vakfiyeti diğer malına nakil etmesidir ki istibdâl mahiyetindedir. Ancak istibdâl şart edilmiş ise câiz olur; edilmemiş ise olmaz. Meselâ; müteaddîd ev ve dükkânı olan bir kimse evlerinden birini vakf edip te vakfiyede dükkanlarından birinin tarafından istibdâl edilmesini şart ederse evdeki vakfiyyeti istediği dükkana nakl edebilir. Bu takdirde evin vakfiyyet vasfı zail olur. Vakfiyede böyle bir şart edilmemiş ise vâkıf evdeki vakfiyyeti dükkana nakl edemez.
MÜNÂKASA: Eksiltmek, noksanlaştırmak demektir. Hayrî müesseselerin mübayaa edecekleri emtia ve yaptıracakları inşaat ve tamirâtın ihâlesi dolayısiyle tüccar ve müteahhitlerden en az bedel teklif edenin tâyini için yapılan muameleye denir. Mukâbili "müzâyede"dir.
MUNKATIÜL-EVVEL: Başlangıçta meşrut'ün-lehi olmayan vakıfdır. Meselâ: vâkıf vakfının gelirini evladına şart edip te evlâdı olmasa buna munkatıul-evvel vakıf denir.
MUNKATIUL-EVSÂT: Başlangıçta meşrutûn-lehi mevcûd iken bir aralık münkatı' olan vakıfdır. Meselâ; vâkıf vakfının zürriyetinin erkeklerine şart edip erkek evlad bir müddet vakfın gelirini aldıktan sonra yalnız kız evlâdını terk ederek vefat edip ba'dehu kız evlâdından erkek tevellüd etse bu vakfa muntakıul-evsat denir.
MUNKATIUL-ÂHİR: Başlangıçta meşrutün-lehi bulunduğu halde sonradan bi'l-külliyye münkariz olan vakıfdır.
MURABIT: Düşmanın tecavüzünden memleketi muhafaza için hududlarda ikamet eden asker ve mücâhide denir. Bkz. Ribât.
MÜRİD: Bir mürşide intisap edip te henüz sülûk derecesine vasıl olmıyan dervişdir. Tasavvuf yoluna intisab edip te ilk merhalede bulunan diye de tarif olunur.
MÜRSAD:Bir vakfı tamirden mütevellid borçtur. Şöyle ki, vakıf ta'mire muhtaç olup da ta'mire geliri müsâid olmaz ve ta'mirata kâfi muaccele ile istiscâra talib dahi bulunmazsa bu vakıf ta'mir olunarak ileride vakfa rücu' etmek şartiyle ahara icar olunabilir. Bu suretle kiracının tamir için malından sarf eylediği para mürsad olmuş olur ki bunu kiracı kira bedelinden mahsub su'retiyle istifâ eder.
MÜRTEZİKA: Vakfın menfaatleri kendilerine şart olunan kimselerdir.
MÜSÂFİR: Sefer maddesindendir. Sefer bir yerden diğer yere gitmek, intikal etmek mftnasındadır. Müsâfir de bu mânadadır. Istılah-ı şer'de, şeriat deyiminde, orta yürüyüşle üç günlük yere gitmek maksâdiyle köy veya kasabasından çıkan kimsedir. Vakfiyelerde müsafir tâbirinden maksâd lûgat mânasındadır.
MÜSAKAT: Bir kimsenin ağaçlarını hasıl olacak hasılat aralarında taksim olunmak şartile bakıp terbiye etmek için yapılan mukaveledir ki bir nevi' şirkettir. Meselâ; bahçe yâni ağaç sahibi, bir şahsa bu bahçeye bak, ağaçlara bakıp buda, sula, hasılât şu vechile müşterek olsun deyip te o şahıs kabul etse müsakat akdedilmiş olur.
MÜSAKKAF: Sakfı yani tavanı havi binaları müştemil olan müstegaldır. Ev ve mağaza gibi. Çoğulu müsakkafattır.
MUSENNAT: Sınır ve su bendi ve su harklarının kenarlarıdır. Çoğulu müsenneyât'tır.
MÜSTAĞNEN ANH VAKF: Kendisine ihtiyaç kalmayan vakıfdır. Meselâ; bir köy tamamen dağılıp orada cemaatle namaz kılacak kimse kalmasa köyün camii müstağnen-anh olur; yani vücuduna ihtiyaç kalmaz. Bunun gibi bir kasabanın gaz yağı lambalariyle tenvirine ait bir vakıf olup ta sonradan bu kasaba elektrikle tenvir olunsa bu yakfa da ihtiyaç kalmamış olur. Müessesât-ı hayrîyeden bir vakıf böyle müstağnen-anh hale gelirse buna âid varidat selahiyetli makamın re'yi ile vâridatı ihtiyacını korumayan aynı cinsden diğer bir hayrî müeseseye sarf olunur.Müstağnen-anh kalan nefs-i hayrî müesseseye gelince, bunların arsa ve enkazı, bir re'ye göre vâkıfa ve vefat etmiş ise varislerine rücu' eder. Varisleri yoksa veya ma'lum değilse aynı cinsden başka bir hayır müessesesine sarf olunur. Diğer bir içtihâda göre vakıf ve varislerine rücu' etmeyip aynı nevi'den bir vakfa verilir. Mesela bir köyün ahalisi dağılıp mescidi bi'l-külliye muattal kalsa enkaz ve arsası vâkıfa veya vârislerine rücu' eder ve diğer ictihâda göre enkâzı ile yakınında olup mescîdi olmayan bir köyde mescîd yapılır ve arsa da bu mescîde tahsis olunur.
MÜSTEGÂL: Hayrî cihetlerin idâresi için iktiza eden galle ve vâridâtı getirmek üzere vakfedilmiş olan maldır. Çoğulu müstegallât'tır. Bağ, bahçe, han, hamam ve arâzî gibi gayr-i menkûle ve nemalandırılması meşrut paraya ve vakfı adet olan menkûllere ve gedik tâbir olunan lazım aletlere şâmildir. Bir yerde müsakkafat ve müstegallât-ı mevkûfe denerek müstegallât, müsekkafât mukabili zikr olundukta müsakkaf olmayan müstegâl murad olunur.
MUSTAHLAS GEDİK: Başka yere nakl edilmek üzere kadîm mahallinden tahlîs olunduğu halde ahâr mahalle nakl edilemeyen gediktir. Mülkü muhterîk olan gediğe de müstahlâs gedik denir.Bu tâbir gediğin müstekâr olduğu mahallin arsa halinde Olduğunu ima içindir.
MÜSTEHİKKUL KAL' OLARAK KIYMET: Makluan kıymetten kal' ücreti tenzîl olunduktan sonra kalan kıymettir. Müstehikkul kal' olarak kıymet, makluan kıymetten kal' yâni sökme ücreti mikdarınca az olur.
MÜSTEKÂR GEDİK : Muayyen bir gayr-i menkulde kararı bulunan gediktir. Bkz. Gedik.
MÜSTESNÂ EVKÂF: Evkâf idâresinin mürâkabesi olmaksızın doğrudan doğruya mütevellîler tarafından idare olunan vakıflardır. Eizze ve guzât vakıfları gibi.
MÜŞÂRUN-ALEYH : İlim veya resmî mevkii yüksek olan zatlarda kullanılır. Yüksek ilim ve irfân sahibidir. Müşârün-ileyh yorulmaz bir sa'y ile daima çalışmış ve ömrünü tahsil ve tetebbu' ile geçirmiştir. Tesniyesinde müşarûn-ileyhim çoğulunda müşârünileyhim denir. Bir veya ikisi kadın olup diğeri erkek ise yine böyledir. Kadın ise miişârün-ileyhâ, tesniyesinde müşârün-ileyhimâ denir. Çoğulu müstâ'mel değildir. Bkz. Mümâileyh, Mezbûr
MÜŞRİF-İ VAKF: Mütevellînin tasarrufatını mürâkabe altında bulundurmak üzere tâyin olunan kimsedir. Buna nazır da denir.
MÜTEFEVVİZ: Tedâvül kabiliyetini haiz müsakkafat ve müstegallât-ı mevkûfede tasarruf hakkını vakıf tarafından telakkî ve tefevvuz eden kimsedir. İcâreteyn ve mukataalı vakıflarda olduğu gibi.
MÜTEKELLİM ALE'L-VAKF: Vakfın müteveflîsi demektir. Mütevellî ve mütevelîi mânasında olan kayyim tâbirinin müraâifidir. Orfümüzde istimaller terkolunmuştur
MÜTEVELLİ: Vakıf işlerini idare ve rü'yet etmek üzere tâyin olunan zattır. Medenî Kanunun idâre uzuvları dediği kimseler mütevellî demektir. Mütevellî her hangi bir şahıs olabilir; yeter ki mütevelli olmak için lazım olan vasıfları haiz olsun. Bazı vakıflar, vakıflarının tevliyyetini makamlara şart eylemişlerdir. Bu kabilden olarak Fetva Emini olan zata, şehrin kadısına veya valisine meşrut vakıflar vardır ki bunlara Makama Meşrut Vakıf denir. Vakıflar Kanunu ile bu gibi vakıflar zabt olunmuştur. Bir vakfın mütevellisine o vakfın nezâreti tevcîh olunmaz.
MÜTEVERRÎ: Memnû' ve haram olan ve günah ve hürmet şüphesi bulunan şeylerden sakınan zattır. Binâ'en-aleyh vâkıf vakfiyesinde inşâ ve vakfettiğim Cami-i şerife müteverri' bir zat imam tâyin olunsun diye şart eylese Camie tâyin olunacak imam efendi de bu vasıfların vücudu aranmak iktizâ eder. Bittâbi' bu vasıf o zatın zahir-i haline göre takdir edilir.
MÜTTEKÎ: Haram ve memnû' olan şeylerden sakınan kimsedir. Müteverri' ile müttekî arasındaki fark, müteverrinin haram ve memnû' olan şeylerle beraber hürmet şübhesi bulunan fiil ve hareketlerden de kaçınmasıdır.
MUVAKKİT-HÂNE: Bazı cami' avlularının bir köşesinde vakit tâyini için yapılan binalardır. Bu binalarda vakit tâyinine yarayan saat, rubu' tahtası vesâire gibi alât bulunur. Muvakkit tâyin olunan zat sabah ve akşam, saatleri ayarlar ve mühtâc-ı ta'mir olanları ta'mir eder. Gelip geçenler de buradaki saatlere bakarak vakti öğrenir ve saatlerini düzeltirler. Ekseriyyetle muvakkitler hey'et ilmine vakıf zatlardan intihâb olunurdu. Bunlar yukarda zikrolunan hizmetlerle beraber müracaât edenlere hey'et ilmi okuturlardı. Rasadhânemizin kurucusu muhterem alim merhum hoca Fatin Efendi ilk hey'et derslerini İstanbul'da Sultan Selim Cami' muvakkiti Fatih Ders-i â'mlarından merhum Hüseyin Efendi'den almış nihâyet en büyük hey'et alimi derecesine yükselmiştir. En yakın zamâna kadar medreselerde hey'et ilmi tedris olunur ve müneccimbaşılar buradan yetişen zatlardan intihab olunurdu.
MÜVELLA: Mahalli hakimin bakmasına mâni' bulunduğu hallerde, hukûkî bir ihtilâfı hal ve fasletmek üzere valiyyül'-emir tarafından tâyin olunan husûsi hakimdir.
MÜZÂRAA: Bir taraftan arâzî diğer tarafdan amel yâni ziraat olmak ve hasılât aralarında kararlaştırdıkları vechile taksim ohınmak üzere yapılan mukaveledir ki bir nevi' şirkettir. Meselâ; tarla ve tohum bir taraftan, amel ve makine ve öküz diğer taraftan veya tarla bir taraftan, tohum ve amel diğer taraftan veya tarla ve tohum ve öküz ve makine bir taraftan, ve yalnız amel diğer taraftan olmak üzere mukavele yapmak birer şirket-i müzâraadır ve bu her üç nevi' sahihdir.
MÜZÂYEDE: Ziyâdeleştirmek, artırmak demektir. Vakıf akarların icârı ve hasılatının satılması gibi hususlarda en fazla bedelle talib olana verilmek üzere artırmaya çıkarılması demektir. Mukabili "münâkasa" dır.
N
NAKİP: Bir cemaatin büyüğü, bir cemaatin işlerine bakan zat tekyelerde şeyh vekili bulunan zat. Nakibü'l-eşrâf, şürefa ve Sadet-i Kirâmın yâni Peygamber (S. A.) sülâlesinden gelen zatlerın umûr ve husûslarına bakmaya resmen memûr olan zatnakibü'l-eşrâf kaymakamı, taşralarda merkezdeki nakibü'l-eşrâf makamına kaim olmak üzere tâyin olunan kimseler.
NAKÎB-İ İMÂRET : Nekâbet maddesindendir. Nekâbet, şereflilik, ululuk manasına gelir. Vakıfda nakib, yardımcı manâsında kullanılmıştır. Buna göre nakîb-i imâret şeyhinin yâni müdirinin yardımcısı ve imâret işlerinin görüp gözeticisi demek olur.
NARH - NARK : Satılık şeyin tâyin olunan bahasıdır. Arapça'da si'r denir. Çoğulu es'ârdır. Es'âr ve tes'îr narh koymak manasındadır.
NAZIR: Görüp gözeten demektir. Vakıf ıstılâhında, mütevellî manâsında kullanıldığı gibi mütevellînin tasarrufatına nezâret etmek üzere, vakıf tarafından veya hakim tarafından tâyin olunan zattır.
NÂZIRI IMARET: bkz. İmâret Nazırı.
NAZIR-I VAKF: Mütevellînin tasarruf ve muâmelelerine nezâret ve bunları mürâkabe altında bulunduran zattır. Bazı memleketlerde nazır mütevellî manasında müsta'meldir. Nazır mütevellînin tasarruf ve muâmelelerine müdâhale etmeyip yalnız bunların vâkıfın şart ve vâkıf ve meşrûtün-lehlerin menfa'âtlerine muvâfık olup olmadığını tetkik eder ve icâbında istişâri mahiyette tavsiyelerde bulunur. Yolsuzluk vuku'unda selâhiyetli mercileri haberdar eder.Bazı vakfiyelerde vâkıflar vakıflarına nâzır tâyin eylemişlerdir.Bir vakfın nâzırına o vakfın tevliyeti ve mütevellîsine o vakfın nezâreti tevcih olunamaz.
NEKKAD-I KENDÜM: İmârethâne ve hastahâne gibi vakıf müesseselerde buğday ayıklayıp temizleyen demektir.
NEKKÂD-I ÜRZ: İmârethâne ve hastahâne gibi hayrî vakıf müesseselerde pirinç ayıklayan demektir.
NEKKAD: Müessesât-ı hayrîyye hademesinden vakt-ü zamanında vazifeleri başına gelip gelmeyenleri noktalayan ve gelmeyenlere tenbihâtta bulunarak devamsızlıkları tesbit eden vazife sahibidir.
NESL: Zürriyet demektir. Erkek ve kız çocukları ve bunların feri'lerini ifâde eder.
NESLEN BA'DE NESLIN: Nesil nesil demektir. Te'bid ifâde eder. Batnen ba'de batnin gibi tertibe delâlet etmez. Meğer ki isti'mâl olunan beldede batnen ba'de batnin manasında müteâref olsun. Meselâ; vâkıf vakfiyesinde bazı emvaâ vakf edip, vakfımın vâridâtı neslen ba'de neslin evlâd ve evlâd-ı evlâdıma verilen ve ba'del'inkırâz furakaya sarf oluna diye şart etse her hangi batında olursa olsunlar vakfın vâridâtı mütesâviyen onlara verilir.
NEZARET : Lûgatte bakmak demektir. İstılahda görüp gözetmek, mürâkabe etmek manasındadır.
NIKZ-I VAKF: Vakfın enkazıdr ki asl-ı vakıfdandır.
NİZÂMLI GEDİK: Sultan Mahmud haremeyn icâreteynli vakıf gedikleridir ki te'min-i deyn etmeleri nizâm iktizâsından olduğundan bu gibi gediklere nizâmlı gedik denmiştir.
NUKÛD-I MEVKÛFE: Vakfolunan paralardır. Vakf olunacak malın akar olması icâb ettiği halde örf ve teâmüle binâen para vakfı da tecviz olunmuştur. Meselâ, bir kimse 10.000 lira vakf edip bu para ahâra ikrâz edilerek nemâsı ile... mekteb talebesinden fakir olanlara senede birer kat elbise yaptırılmasını şart eylese bu vakıf nukûd vakfı olur.
NÜZÛL ANİL-VAZÎFE: Mütevellî, câbi gibi cihet sahiblerinin başkalarına tevcîh edilmek üzere üzerlerindeki cihetten vaz geçmeleridir.
Ö
ÖRF: İyi adet manâsındadır. İşde de, sözde de kullanılır. Adet iyi ve kötü olabilir; fakat örf daima iyi olan iş ve sözdür.
ÖRF-İ BELDE GEDİĞİ: Yerden bir nevi' daimi intifa' hakkıdır. Şöyle ki İzmir ve Manisa ve Bursa gibi şehir ve kasabalar dahilinde bazı mülk arsalar üzerinde bina yapmak ve ağaç dikmek ve bunların o yerde kalması mukabilinde arsa sahiplerine seneden seneye muayyen bir ücret vermek üzere ihdas edilen intifa' hakkına örf-i belde gediği denmiştir. Bu hak tapu dairelerinde de kabul olunarak bina ve ağaçlar ayrı ve yerleri, sahipleri namına ayrı olarak kayd olunmuş, yer kiralı ve bazılarında ...nın örf-i beldesinden işareti konulmuştur. Meselâ; ilk mukavele yapan arsa sahibi Hasan Ağa namında bir şahıs ise Hasan Ağa'nın örf-i beldesinden denmiştir. Bu yerlerde tasarruf hakkı bina ve ağaç sahiplerine aittir. Arsa sahibleri yalnız tâyin olunan ücreti isteyebilir hatta bu ücreti artıramazlar.
P
PAFTOS GEDİĞİ: Şehir ve kasaba haricindeki bazı arziden diami surette intifa' hakkıdır. Şöyle ki; İzmir ve Manisa ve Bursa gibi şehir ve kasabalar haricinde bazı arâzî üzerine bina yapmak ve ağaç ve bağ dikmek ve bunların lâ nihâye durması mukabilinde yer sahiplerine her sene muayyen bir ücret vermek üzere ihdâs olunan intifa' hakkıdır. Bu haklar da tapuya kayd olunarak bina ve ağaç, bunları meydana getirenler ve yerleri sahipleri namına kayd olunmuş ve bu hakka paftos gediği denmiştir.
Bir tevhîd-i ictihâd kararında bu yerler ağaç ve gürum zâil olduğu takdirde sahiplerine veya varislerine rücu' edeceğine karar verilmiştir. Bu gedikler hakkında (Mukarrerât-ı Samiye ve Adliye) adlı eserin üçüncü kısmının 61 inci sahifesinde münderic nizamnâmede bu gedikler hakkında tafsilât vardır. Bu gediklere dair tam bir fikir edinmek için nizamnâmenin bunlara müte'allik fıkrasını aynen nakledelim.
(Mülk arsalar üzerinde ashâbı tarafından örf-i belde namiyle vaz' olunmuş gedikler tasarrufudur ki yerleri hakikaten arz sahiplerinin mülkleri olmakla gedik sahipleri senevî takdir olunan icâresi her ne ise onu verip olvechile bina ve eşcârı için hakk-ı karara mâlik olmuştur. Bunların yerlerinin bey'i mahkemede ve binaların ferağı yer mutasarrıfları huzurunda icrâ ve gedik için yüzde beş harc-ı ferağ ve yüzde iki buçuk harc-i intikal yer mutasarrıfları tarafından ahz-ü istifâ ve senedi onlar tarafından it'a kılınır. Yer mutasarrıflarının bu imtiyâzı çünkü bunlar binanın hal'i ile bina masraflarını yerlerinden ihrâç ve ahâra icâre veyahut bil'ibka tezyîd-i icâre gibi mülkiyyet hukukîyle keyfe ma-yeşa, mutasarrıf ve hasbe'ş-şart muktedir olamamalarına ve icâre-i mukarrere esâsen cüz'i bir şey olduğundan bu tahsisâtla ecr-i misli tekmil etmiş olacaklarına ma'tuf olarak bir kaide-i kadîme bulunmuştur. Binâen-aleyh işbu binaların bey' ve hibeleri yer sahiplerinin temessükleriyle icrâ oluna gelip vefat vukuunda vereseye, verese olmadığı surette Beytül-mâle kalır. Bunlarda mahlül kalmak kaidesi cari değildir.) (Dipnot: Ferağ ve intikal harçlarının yer sahiplerine verilmesi hakkındaki kaideyi kadime kanun hükümlerine muhalif olduğundan, 329 tarihinde terk olunarak diğer ferağ ve intikal harçları misillu muameleye tabi' tutulmuştur.)
Bu nizamnâmenin hatemesinde de şöyle denilmektedir. (Karşıyaka gibi İzmîr'in havalisinde ba'zı arâzi-i emîrîyye ve mevkûfe mutasarrıfları bu yerlerini bina ve bağ yapmak ve eşcâr gars etmek üzere senevî bir icâre takdiriyle ahâra icâr etmiş olduklarından bu veçhile gedik i'tibar olunanların kaffe-i ahkâm ve şerâ'it ve muamelâtta yer ve binası vakf olupta mülk olarak gedik vaz' olunan akarât ile mülk arsalar üzerinde gedik i'tibarı verilen müstegallâttan hiç bir farkı yoksa da haric-i şehirde oldukları için bunlara paftos ve dahil-i şehirde olanlara gedik namı verilmiştir.
R
RAVZA-İ MUTAHHARA: Ravza bahçe demektir. Çoğulunda riyâz denir. Ravza-i mutahhara Nebiyy-i zişân Efendimizin Medine-i Münevvere'deki Merkad-i Mübârekeleridir.
REHN-İ KAVİ: Kıymeti borç mikdarı veya daha az olan ve medyunun temerrüdü halinde kıymeti borcu ifaya kâfi olan rehindir. İster menkul isterse gayr-i menkul olsun.
RAKABE: Aslında boyun demektir. Bir şey'in zatına ve maddi vücuduna da rakabe denir.
RAKABE ETMEK: Bir vakfın gallesini "gelirini" vakfın aslına ilave etmektir.
REŞİD: Umûr ve mesâliha vâkıf olup şer' ve aklın hilâfına malını sarf ve israfdan çekinen kimsedir.
REY'İ VAKF: Rey' ziyâde ve nemâ demektir. Bu mülâhaza ile vakfın galle ve varidâtına rey'i vakf denir.
RİBAT: Bağlamak mânasında olan rabt maddesinden isimdir. Bağ demektir ve müfâale babından mürabata gibi mastardır. Sınır ve derbentlerde düşmanın tecavüzünden memleketi muhafaza için hazır ve amâde olmak mânasındadır. Bu münasebetle hudûd ve derbentlerdeki asker ve mücâhidlerin ikâmet ettikleri kışla ve tekyelere ribat denmiştir. Bir de at sürüsüne ribat denir.
RİBH: Ticaretten hasıl olan kazanç, faidedir. Paranın faizine de ribh denir.
RIBH-İ MÜLZEM: Hukukî bir muamele ile borç haline getirilen ribh(faiz) demektir.
RITL: Yüzotuz dirhemdir. Kamus'un beyanına göre iki nevi' rıtl vardır. Biri Şami, diğeri Bağdadi, Şami rıtl 480 dirhem ve Bağdadi rıtl 128 dirhem ve bir dirhemin yedi cüzde dört cüzüdür. Bazı beldeler ahalisi orta vücutlu bir adamın iki avcu dolusu zahire istiab eden ölçüye rıtl derler ki bu da 128 küsur dirhemdir. Hicazda isti'mâl daha muhteliftir. Trablusgarpte rıtl yerine cerre istimal olunur. Her cerre altı gıraf ve her gıraf 560 dirhemdir.
RUSÛM: Resmin çoğuludur. Resim, malî ıstılahta, vergi manasındadır.
RUSÛM-I ÖRFÎYYE : Şer'i resimler gibi olmayıp hükümdar tarafrndan alınması emr olunan veya istifası örf ve adet cümlesinden olan resimlerdir. Çift bozan akçesi gibi.
RUSÛM-I ŞER'İYYE: Rüsüm, resmin çoğuludur. A'şar gibi şer'an alınması câiz olan resimlere Rüsüm-ı Şer'iyye denir.
RÜŞD: Salâh ve hüsnü tasarrufdan ibarettir.
S
SADAKA: Sevap için ivazsız olarak fakirlere temlik olunan maldır. Hizmet mukabili olmayarak fukaraya verilen mallar da sadaka kabilindendir. İvazsız olarak zenginlere verilen mala hibe ve hediye denir.
SADAKA-İ MEVKÛFE: Vakıf tasarrufu için kullanılan sarih lafızlardandır. Vakfettim, habs eyledim gibi.Sadaka-i mevkûfe kıldım da denebilir ve bu sözle de vakıf vücud bulur.
SADAKA-İ MÜEBBEDE: Sadak-i mevkûfe gibi elfâz-ı vakıfdandır.
SADRİ - SADRİYE: Lûgatte bir çok mânalara gelen ve bu meyânda göğüs mânasına olan sadr'dan nisbet sigasıdır. Çocuk babaya nisbetinde sulbî, sulbiye diye ifade olunduğu gibi. Anaya nisbetinde sadri ve sadriye diye ifade olunur. Meselâ, Sulbi oğlum ve sulbiye kızım ve kadın ise sadri oğlum ve sadriye kızım denir. Nisbetin vechi sulb ve sadr tenâsül cihazının mahalli olmak münasebetiyledir.
SAKK: Farsça çek kelimesinden Arabça'ya alınmıştır. Vurmak mânasındadır ve yazılı şeye denir. Istılâhda hakim tarafından tanzim olunan i'lam ve hüccetlere denir. Bundan bahs eden ilme ilm-i sakk denmektedir. Bundan başka sakk; halk arasında alınıp verilen senet ve vesikalara ve bunların lâfız ve ibâresine denir. Müfad ve mânasına da sebk denir. Çoğulu sükük dur. Bkz. Sebk.
SALİH: Sü-i hal ile marûf olmayan müstakim, afif ve iyiliği kötülüğüne galib olan kimsedir. Çoğulunda sulehâ denir. Vâkıf bir ciheti sulehadan bir kimseye şart etmiş ise ancak bu vasıfları haiz olanı kasd etmiş demek olur.
SAN'AT - SINÂAT: Her ikisi de sun' veya san' masdarından müştakdır. Sun; güzel işlemek mânasındadır. Amelden ehasdır. Her sun' ameldir; fakat her amel sun' değildir. Çünkü amel iyi ve kötü fi'le denir. Şu halde san'at iyi iş demek olur. Sınâate gelince, sınâat mümârese ve rüsuh ile hasıl olan hırfet demektir. Bu kabil işlere de hırfet denebilirse de buna sınâat denmek daha yerinde olur. San'at ve sınâat ayn-ı mânadadır. Fakat Külliyât-ı Ebü'l-Beka'da san'at mahsusâtta ve sınâat mahsusâtın gayrinde isti'mâl olunduğu beyân olunmuştur.
SANDÜKİ: Veznedâr demektir.
SEBET: Delil ve hüccet demektir. Sened ve sebet-i yok denir ki delil ve hücceti yok demektir.
SEBK: Lûgâtte altın ve gümüş nev'inden olan madenleri kalıba süzmek mânasındadır. Sakk, ıstılâhında i'lâm ve hüccet gibi vesikaların mazmununa sebk, lâfız ve ibârelerine sakk denirdi. Güyâ altın ve gümüş gibi olan meâni, kalıp mesâbesinden olan lâfız ve ibârelere süzülmüştür. Bunda meaniyi altın ve gümüşe ve lafız ve ibâreleri kalıba teşbih vardır. Vaktiyle şer'i i'lâm hüccetleri temyizen tetkîk eden meşihât-i islâmiyyede mün'akid fetvahâne-i alîde bir i'lâmı nakzederken "mührü mutâbık ise de cihetle sebki noksan ve halelden hali değildir" diye bozarlardı. Hakimin mührü dairedeki tatbik mührüne mutâbık ve i'lâmın tarz-ı inşâsı halelden ârî ise de mündericâtında esâs hükümlere ve usûlü mahkemeye riâyet olunmamış demektir.
SENED: Lûgatte itimâd ve istinâd olunan şey manasındadır. Örfen gerek hariçte ve gerek hakim huzurunda akid ve ikrâr gibi muamelelere dair yazılan vesikalara denir. Borç senedi, satış senedi hibe senedi gibi. Kezalik hakim tarafından yazılan i'lâm ve hüccetlere denir ki senedât-ı şer'iyye tâbiri bu ma'nadadır. Senedât çoğuludur.
SEVAB: Allahın rahmet ve mağfiretine ve Peygamberin şefaâtine vesile olan amel veya amelin mükâfatıdır.
SEYYİB: Meşru' veya gayr-i meşru' bir surette erkekle mukarenet eden kadındır. Gerek kocası olsun gerek olmasın. Vakfiyelerde geçen seyyib tâbiri bu vechile tefsir ve i'mâl olunur.
SILA: İhsân ve eyilik demektir. Vakıflardan hizmet mukabili olmayarak bahş edilen menfaâtler sıla kabilindendir.
SILA-İ RAHİM: Ziyâret veya mektupla hal ve hatır sormak veyahut maddeten yardım etmek gibi bir suretle akrabaya iyilik ve ikrâmda bulunmaktır.
SİCİL: Aslında mahkemede vekayi', uhûd ve ahkâm gibi hususlar kayd olunan büyük deftere denir. Sonraları i'lam ve hüccetlerin kaydına mahsus defter için de örf olmuştur. Zamanımızda tapu ve nüfus defterleri gibi bazı mücelledâta da sicil denmektedir. Tapu sicili, nüfus sicili, ticâret sicili gibi.
SİKAYE - SÜKAYE: İnsan ve hayvanların su içmeleri için vakf olunan kuyu, çeşme, havuz gibi yer demektir. Mekke-i Mükerreme'de hacılara zemzem dağıtılmasına sikâyet hizmeti ve bu hizmeti gören kimseye de Ka'be Sakası denir.
SİRDÂB: Yazın sıcak vakitlerde serinlemek için yer altında ittihâz olunan mahzen gibi yere denir. İzbe tâbir olunur. Farsça serdâb kelimesinden, sin'in üstünü esre'ye tahvîl olunarak Arapça'ya alınmıştır. Aslında su soğutulmak için ittihâz olunmuş yerler iken sıcak günlerde serinlemek için oturulması dolayısiyle muntazam ve geniş şekillerde yapılmak adet olmuştur.
SOFA: Soffe kelimesinin tahrif edilmiş şeklidir. Evlerde oda kapılarının açıldığı boşluğa ve sed ve seki gibi yüksekçe yerlere denir ve bir de sofa, çeşme ve türbelerin iki yanlarında ve kabristanlarda etrafı sed ile çevrilen boş yerlere ve âile makberlerine denir. Vakfiyelerde tesâdüf edilen sofa tâbirleri ekseriya bu mânalardadır.
SULBİ - SULBİYYE: Bir kimsenin sulbünden hasıl olma oğlu ve kızıdır. Babaya nisbette kullanılır. Bkz. Sadri-sadriye.
SULTAN: Hükümdar demektir. Nim veya tam müstakil olabilir.
SURRE: Para kesesi demektir. Osmanlı Devleti'nde Hilâfet makamından her sene Haremeyn yâni Mekke, Medine fukarâ ve ulemâsına gönderilen paraya da surre denirdi ki merâsimle bir zatın muhâfazasında sevk olunurdu. Bu merâsime (Surre Alayı) ve mahalline götürmeğe me'mur olan zata da (Surre Emini) denirdi. Bir de Surre Naibi bulunurdu.
SÜFUR: Sefr'in çoğuludur. Daha bazı mânalara gelen sefr, devletlerin hudutlarına denir ki buralarda şekâvet, hırsızlık ve kaçakçılık gibi hallere ruhsatsız içerden dışarıya ve dışardan içeriye girip çıkmaya mani' olmak üzere karakollar bırakılır. Bunlara hudût karakolları denmektedir. Bir de sefr, eşkiyânın geçit mahallerine ıtlâk olunur ve lüzumu halinde buralara da karakollar ikame olunur.
SÜRE: Kur'an-ı Kerim'in muhtevî olduğu 114 kısmın her birine denir.
Ş
ŞEÂİR-İ VAKF: Bulunmamaları vakfın muattaliyyetini intâc eden hayrât hademeleri ile diğer ihtiyaçlardır. Mescîde göre imâm, hatîb, müezzin ve tenvirât; hastahâneye göre doktor, hasta bakım ve hastahânenin idâresi için icâb eden âlât, edevât ve ilâçlar vesairedir.
ŞEHİD: Allah yolunda ölen kimsedir ki fıkıh ıstılâhında dünveyi ve uhrevi hüküm bakımından hakikî ve hükmî olmak üzere iki kısımdır. Harb meydanında ölen veya asiler ve yol kesenler tarafından öldürülen veya harb meydanında ölü olarak bulunup ta vücûdunda eser-i cerh olanlar hakikî şehidlerdir. Suda boğulan, ateşde yanan ve gurbette vefât eden ve arz hareketi esnasında enkaz veya toprak altında kalıp ölen ve Kolera ve Veba'da ve doğum esnasında veya sonra müddet-i nifasda ve zatül-cenb gibi hastalıklar sonunda ve ilim yolunda ahirete intikal edenler, hükmen şehiddirler. Yâni hirette şehid sevâbına nail olurlar. Bunların hükümleri fıkıh kitaplarında tafsiltâtiyle beyân olunmuştur.
ŞERÂİT-İ İSTİBDÂL: İstabdâl sahih olmak için vücudu lazım olan kayd ve şartlardır. Vakıf akarın intifâ' edilemez bir hale gelmesi veya vâridâtı masrafını korumaması, hâkimin izni ve hükümdarın müsaâdesi ve bedel olarak alınacak akarın mahâl ve mevkiinin vakıf akarın mahâl ve mevkiinden şeref ve rağbetce dün olmaması ve nakd ile istibdâlde gabin bulunmaması gibi hususlardır. Zarûret ve hakimin izni gibi şartlar istibdâli meşrut olmıaan vakıfların istibdâlinde aranır. Vâkıf tarafından istibdâl şart edilmiş ise bu gibi şartlar aranmaz; ancak zarurete mebni yapılacak istibdâlde olduğu gibi meşrut istibdâlde de gabn-i fahiş olmamak ve müstebdelin mevkii müstebdelün-bihin mahal ve mevkiinden şeref ve rağbetce dün bulunmamak şarttır.
ŞERÂİT-İ VAKF: Vâkıfın vakfına müteallik arzularını ifâde eden beyanlardır. Vâkıfın şartları vakfettiği malların sûret-i idaresine, varidâtın suret-i tahsisine ve vakfını kimlerin idâre edeceklerine tealluk eder. Meselâ; bir kimse müteaddid gayr-i menkul vakfederek bunlar icâre-i vâhide ile icâr edilerek hasıl olan mebaliğden... liranın... camiin imamına... ve... liranın.. camiin hatibine ve.. liranın her iki camiin sair ihtiyaçlarına ve fazla kalan mikdarın batnen ba'de batnin evlâdına verilmesini ve vakfının hayatta oldukca kendisi ve vefatından sonra ekber ve aslâh evlâdı tarafından idâre olunmasını takrir ve beyan ile vakfının idâre suretine ve gelirin sarf suretine ve tevlîyetin kimin tarafından idâre olunacağına müteallik arzularını ifade etmiş olur. Bunlara mümasil diğer muhtelif şartlar da der-meyân olunabilir. Vâkıfın, şer'a ve vakfın mahiyet ve hükmüne muvafık olan şartlariyle amel olunmak iktizâ eder.
ŞEYH-İ İMÂRET: İmâreti idâre ve müsâfirleri ağırlayıp ve fakir ve muhtacları kabul ile ikrâm eden zattır.
ŞEYHÜ'L - İSLÂM: Bidâyette halk arasında tahaddüs eden münzaa ve ihtilâfları ilmen halle muktedir, fazl ve ilmiyle müştehir en yüksek zevata verilen bir unvan iken sonraları resmiyet iktisab ederek Müfti ve Kadıların ve Tarik-ı ilmiyyenin mercii olmak üzere padişah tarafından iftâ makamına tâyin olunan zata ıtlak ve tahsis olunmuştur.
Osmanlılar'da Ikinci Sultan Murad devrinde ilk evvel Şeyhü'l-islâm olan Mehmed Şemsüddin-i Fenâri Efendi'dir. Bu makama çok büyük ve fazilet sahibi alimler getirilmiştir. En meşhurları Şemsüddin-i Fenâri, Molla Hüsrev Mehmet Efendi, Molla Gürani, İbn-i Kemal Ahmed Şemsüddin Efendi, İbnüs Su'ud, Hoca Sa'düddin Efendi, Yahya Efendi'lerdir. 124 Şeyhü'l-islâmm hal tercemeleriyle el yazılı cevab ve imzalarını taşıyan fetvâları 1334 tarihinde Matbaa-i Âmire'de tab'olunan İlmiyye Salnâmesi'nde mündericdir.
ŞİFÂ-İ ŞERİF: Hazreti Peygamber Efendimiz'in ahvâl ve ahlâk-i celilelerini beyân ve tavsif için te'lif kılınan meşhûr eserdir ki müellifi hicri 526 tarihinde vefat eden Ebül-fazi Kaadi İyâz bin Musa nâm zattır. Esere dair bir çok şerhler yazılmıştır. En meşhûru Aliyyü'l-kaarinin iki ciltten ve Omerü-arâzînin dört ciltten ibaret olan şerhleridir. Bazı vakfiyelerde bu eserin okunması ve medreselerde tedrîs olunması şart kılınmıştır.
ŞURÛT-I VAKF: Bkz. Şerâit-i vakf.
T
TABBÂH: Pişirmek manâsında olan tabh masdarındandır. Hastahâne, İmâret ve Tekye gibi müesseselerde yemek pişirip hazırlayana ıtlak olunur.
TAHSÎSÂT: Tahsîsin çoğuludur. Tahsîs lûgatte bir şey'i yalnız bir husûsa hasr ve tâyin eylemek demektir.
TAHSÎSÂT KABİLİNDEN VAKF: Arâzi-i emîrîyyeden iken irâsdi (Bak. İrsadî vakıf) bir şekilde vakf edilmiş olan yerlerdir ki üç kısımdır.1-) Rekabe ve tasarruf hakkı hazinede kalarak yalnız mîrî menfaâtleri (a'şar ve rusûm) hükümdar tarafından bir cihete vakf ve tahsis olunan yerlerdir. 2-) Rekabe mîrî nıenfaatleri hazinede kalarak yalnız tasarruf hakkı hükümdar tarafından bir cihete tahsis olunan yerlerdir.3-) Rekabesi hazinede kalarak hem tasarruf hakları hem de mîrî menfaatları bir cihete tahsîs olunan yerlerdir. Bkz. Tahsis-i Sahih, Tahsis-i Gayr-i Sahih.
TAHSİS-İ GAYR-İ SAHİH: Hazineye ait bir kısım vâridâtı hazinede istihkâkı olmayan bir cihete tahsisdir. Buna irsâd-ı gayr-i sahih de denir. Bu nevi' tahsislerin ibtali cizdir.
TAHSİS-İ SAHİH: Hazineye ait bir kısım varidatı hazinenin masraflarından olan bir cihete tahsisdir. Hükümdar tarafından doğrudan doğruya veya onun izniyle başkaları tarafından yapılabilir. Bu kabil tahsislerin iptali caiz değildir. Yalnız buna mukabil hazineden maaş ve tahsisat tayin olunarak tebdil olunabilir.
TAPU: Türkçe olup itaat ve inkiyad manasındadır. İstilâhda, arâzînin tefvizi mukabilinde peşin alınan paraya ve me'mur tarafından verilen senede ıtlak olunur. Bâ tapu tasarruf olunan tâbiri tefviz suretiyle ve senedle tasarruf olunan demektir. Arâzînin âhara tefvizine ve suret-i iktisab ve tasarrufu mübeyyin sened i'tasına memur olanlara tapu memuru denir.
TA'VİZ BEDELİ: Ta'viz karşılık ve bir şeyin mukabili demektir. Vakıf ıstılahında, mukataalı ve icâreteynhi gayri menkullerin, mutasarrıflarına temliki mukabilinde alınacak bedele ıtlak olunur.
2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun dördüncü bâbı ile tanzim olunan hükümlere göre vakıf gayri menkullerin mükataaya ve icâretyne bağlanması men' olunmuş ve kanunun neşrî zamanında mevcud mukataalı topraklarla icâreteyinli gayri menkullerin mülkiyetleri bir senelik mukataa ve icâre-i müeccelelerinin yirmi misline muâdi1 bir ivaz karşılığında bu arâzî ve ebniyyenin mülkiyetleri mutasarrıfları namına tapuya tescîl olunarak vakıfla alakaları kesilmiştir.
TEÂMÜL: İsti'mali çok olandır. Adet mürâdifidir. Meselâ; şu nevi' menkullerin vakfı müteameldir denir ki nâs arasında bunları vakf etmek adettir demektir.
TEBERRU: İ'tası vâcib olmayan bir şeyi diğer bir kimseye terk ve ihsan etmektir, hibe, sadaka, hediyye ve ibhâya şâmildir.
TEBZİR: İnsan malını yerinin gayride sarf etmektir. Lüzum mikdarından fazla sarfa israf denir. Tebzir ile israf arasında fark tebzir, yersiz ve israf, mikdardan fazla sarfdır. Bkz. İsraf.
TEFTİŞ MAKAMI: Medenî kanunda idare uzuvlarının yâni mütevellilerin idare ve muamelelerini mürakabe ve bazı hallerde tesis işlerini tanzim ve lazım gelen tedbirleri ittihaz eden rnakamdır ki tesis gayesine göre devlet, vilâyet ve belediye ve köyden hangisine ait ise onun teftişine tâbidir.Bir tesis müteaddîd şahsiyet-i hükmîyyeye "hükmî şahsiyete" taalluk ediyorsa teftişi hangisinin yapacağı kanunda gösterilmemiş olduğu gibi devlet, vilâyet ve belediye ve köye müteallik vakıflarda bu vazifenin hangi memur veya teşekkül tarafından ifa olunacağı tâyin olunmamıştır.
TEFVİZ: Lûgatte, bir kimsenin işini birine havâle ve tevdi' etmek mânasındadır. Arâzî ıstılahında mîrî arâzînin tasarruf hakkının müzayede veya takdir-i bedelle bir şahsa ihâle ve terkinden ibarettir.
TEMESSÜK: Mesk maddesindendir. Sıkıca hıfz etmek ve sığınmak mânasınadır. Hıfz ve istinad edilmek münasebetiyle senetlere temesük denir. El-yevm ekser köylerimizde alım ve satım, ödünç para alıp verme gibi muamelelere dair alınıp verilen senetlere temessük denir. Bundan başka vaktiyle evkâf memurları ve mütevellîler tarafından vakıf yerlerin tasarrufuna dair verilen vesikalara temassük denildiği gibi mîrî arâzîde feraağ ve mahlülat vukuunda sahib-i arz "arâzî sahibi" i'tibar olunan timar ve zeamet eshabı ve bir aralık mültezîm muhassıllar tarafından verilen tasarruf vesikalarına da temessük denirdi.
TEMETTU': Kar ve kazanç demektir. Akarât-ı mevkûfenin icârı ve hasılatının satılması suretiyle temin ve ahâra ikraz olunan vakıf paraların nemâsından elde edilen kar ve menfaate ıtlak olunur.
TESBİL: Vakf etmek mânasındadır.
TESCİL: Bir i'lam veya hüccetin mahkeme sicil defterine ve resmiyet verilmek istenilen bir şeyin mahsus defterine kaydına tescîl denir.Vakfın lüzumuyla hükme de tescîl denir. Meselâ, bir kimse bır malını vakf edip tâyin eylediği mütevellîye teslim ettikten sonra vakfından dönerek mütevellîden geri almak isteyip te bil-muhâkeme hakim vakfın lüzumuna hükmetse buna vakfın tecîli denir.
TESCİLİ İSTİBDAL: Feshi kabil ve bozulmamak için istibdalin sıhhat ve lüzumu ile hükm etmektir.
TESCÎL-İ VAKF: Hakimin bir vakfın lüzumiyle hükmetmesidir. Bkz. Tescîl.
TE'SİS İDÂRE UZVU: Medenî Kanunda tesis yâni vakfı idâre ve temsil eden kimsedir. Bir veya müteaddid olabilir. Bunları vâkıf tâyin eder; etmemiş olursa teftiş makamı tâyin eyler.
TEVKİ'-TEVKİİ: Tevki'; tefsil vezninde bir şeyi meydana getirmek mânasındadır Istılahda vesâika konan nişana ıtlak olunur. Aslında masdardır. Sonra berat ve evâmir-i Sultaniyyeye vaz ve keşîde kılınan padişah nişânesine ıtlak olunmuştur. Tesire medâr olduğu için hatt-ı hümâyun "padişah hattı" ve tuğra ve sahh-ı vüzera ve hüccetlere yazılan hakimlerin imzası gibi "kaamus tercemesi" ferman ve beratlara tevki' denilen nişâne-i padişahiyi çeken me'mûra (tevkii) "Tevkii Efendi" denir. Müvekki-i sadr-ı kitab, kitabın balâsını imza eden demektir.
TEVSİ-İ İNTİKALLİ GEDİK: Resmi verilip intikalî tevsi' olunan ve bu suretle mutasarrıflarının muayyen mirascılarına intikal eden icâreteynli vakıf gediklerdir.
TİLÂVET: Kur'an-ı Kerim okumak demektir. Bir kavle göre her kelamı okumağa tilâvet denir. Kırâet eamdır. Her kelâmı okumağa kıraet denir.
TULÛ-I GALLE: Vakıf gelirinin husule gelmesi demektir ki vakfına göre tebeddül eder. Şöyle ki mezrûattan olan gallenin tulûu, ekilen şeylerin yetişip tane bağlaması veya intifa edilir bir hale gelmesi ve semerelerden ibâret olan gallenin tulûu, meyvelerin yetişip âfetten emin bir dereceye gelmesi ile ve icâre bedellerinden ibâret olan gallenin tulûu taksit zamanlarının hulûliyle vuku' bulur.
U
UHT: Kız kardeş manasındadır. Çoğulu ehavâtdır ki kız kardeşler demektir. Baba ana bir kız kardeş olursa uht li-ebeveyn, baba bir olursa uht lieb, ana bir kız kardeş olursa uht li-üm kelimeleriyle ifade olunur.
UKBÂ: İsimdir. Bir işe terettüb eden ceza demektir. Dünyadaki amellerin mükâfat ve mücâzât mahalleri olduğu için alem-i âhirete alem-i ukbâ, dâr-ı ukbâ denir. Ceza âlemi demektir. Mukabili dâr-ı dünyadır.
UKIYYE-VUKIYYE : Arapca 400 dirhemdir. Ekseri eski vakfiyelerde, atîk kanun ve nizâmlarda vukıyye tarzında kullanılmıştır.
UMÛR-I HAYRİYYE: Umûr emrin, çoğuludur. Emir iş ve umûr-ı hayrîyye fâide ve hayırlı işler demekdir.
UMÛR-I TEVLİYYET: Vakfa ait olup mütevellî tarafından görülmesi iktizâ eden işlerdir. Vakfın malını muhafaza, hüsnü idâre, tamire muhtaç olan musakkafatını tamir, vakfın vâridâtını vâkıfın şartı mucibince sarf, vakıf mallara hariçten vuku' bulacak tecâvüzü men' ve icâbı halinde vakfın leh ve aleyhinde dava ve muayyen müddetlerde alakalı makamlara hesab verme mütevellîye ait vazifelerdendir.
Ü
ÜCRET-İ MÜECCELE: Te'cîl olunmuş ücret demektir. Ücreti muaccele mukabili ve icâre-i müeccele (müradifi) eşanlamlısıdır. Bkz. İcâre-i muaccele, İcâre-i müeccele.
ÜNSA: Dişi demektir. Çoğulu inâs'tır. Vakfiyelerde evlâd-ı zükûr ve evlâd-ı inâs, evlâd-ı evlâd-ı zükûr ve evlâd-ı evlâd-ı inâs tâbirlerine çokça tesâdüf olunur. Lisan kaidelerine göre bunların doğru tefsir edilmesi ve anlaşılması lazımdır. Lisan kaideleri bilinmediğinden vâkıfların maksat ve lisan kaidelerine aykırı yorum yapılmaktadır. Bkz. Evlâd-ı evlâd-ı zükûr.
ÜSRÛBİ: Kurşuncu demektir. Farsça üsrûb ve sürb kurşun demektir. Üsrûbî, vakıf binalar ve kubbeler için lâzım olan kurşunları döküp hazırlayandır.
V
VÂİZ: Cami ve mescidlerde hazır olan cemate islâmi mevzûular üzerinde izâhatla va'z-u nasihatte bulunan zattır. Va'iz cemiyette en lüzumlu bir vazifedir. Her müslimin okuyup dini hükümleri öğrenmesi farz ise de okutulmayanlar ve okumayanlar ve okuyanların da bilmedikleri olabilir. Dünya ve ahiret saâdeti ise bilgiye ve dînî hükümlere riâyete mütevakkıfdır. Vaiz İslâmiyetin hükümleri ile beraber zamâna göre nasıl hareket edilmesi lazım geldiğini izâhla nasihatte bulunur. Bu cihetle mev'iza islâmi bir vecibedir. Bütün İslâm Devletleri ve İslâm âlimleri tarafından va'z ve nasihate büyük ehemmiyet verilegelmiştir.
VÂKIF: Vakıf yapan kimsedir. Bkz. Vakf
VAKF: Menâfii insanlara ait olur vechile bir aynı Allah'ın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten habs ve men etmektir. Vakıf yapan kimseye vâkıf; ve vakf edilen ayn'a mevkûf ve vakfın menfaati kendilerine tahsis. ve şart olunan cihete meşrutün-leh ve mevkûfuıı-aleyh denir. Meselâ; bir han vakf ve gallesi ve geliri fakirlere (yoksullara) tahsis edilse bu hana mevkûf ve fukaraya meşrûtun-leh ve mevkûfun-aleyh denir.
VAKIF AKAAR: Gelir getiren vakıf, gayr-i menkul demektir. Cami, medrese, hastahâne vesâire gibi müessesâtı hayrîyyenin (hayır müesseselerinin) görüp gözetilmesi, tamir ve termîmi ve icâbında tevsi' ve yeniden inşâsı suretiyle ihyâsı için lüzumlu masrafları temin zımnında vakfolunan han, hamam, bağ, bahçe gibi varidât temin eden gayri menkule denir.
VAKFA HİYANET: Mütevellinin vakıf hakkında câiz olmayan bir harekette bulunmasıdır.Vakfın bir akaarını zaruret yokken bilerek ecr-i mislinden fahiş noksanla kiralamak, vakıf akaarın kendi mülkü olduğunu iddia edip isbat ' edememek, vakfın gallesini vâkıfın şartı hilâfına sarf ve istihlâk etmek, vakfın imâr ve muhâfazasında ihmâl ile vakfa zarar vermek gibi şeylerdir.
VAKF-I EHLİ: Evlâd, evlâd-ı evlâd, akraba, ensâb vesâir eşhâsa âit vakıflardır. Mukabili hayrî vakıfdır ki cami, mescid, mekteb, medrese, hastane, kütübhâne, fakirlere meşrut ve benzeri vakıflar hayrî vakıftır.
VAKF-I FUZÛLÎ: Bir kimsenin mâlik olmadığı bir şeyi sahibinin izni olmaksızın bir cihete akf etmesidir ki mâlikinin icâzetine mevkûf olur. Sahibi icâzet verirse nâfiz vermezse bâtıl olur. Hatta mal sahibi icâzet vermeden evvel vakfeden o mala mâlik olsa o mal vakf olmuş olmaz. Meselâ; kimse akrabasından bir şahsın malını fuzûlen vakf edipte o şahıs bu vakfa icâzet vermeksizin verâseti vakfeden kimseye münhâsır olduğu halde vefât etse o mal vakfolunmuş olmaz.
VAKF-I GAYR-İ LÂZIM: Lüzum ifâde etmeyip feshi kabil olan vakıftır. Şöyle ki; bir kimse bir hanını vakf edip henüz mütevelliye teslim etmeden fakr-u zarurete düçâr olduğundan vakfından rücû' etmek istese hakime müracaatla vakfın feshini talep eder ve hakim fesh ettiği takdirde han mülkü olarak kalır. Vefatı halinde vârisleri dahi hakime müracaatla vakfı fesh ettirilebilirler. Keza, vasiyyet tarikiyle bir malını vakf eden kimse vasiyyetinde musır olarak vefat etmedikçe o mal mülkünden çıkmaz ve her zaman vasıyyetinden kavlen ve fi'len rücû' edebilir.
VAKF-I GAYR-İ SAHİH: Şartlarını câmi olmayan vakıftır. Vakfın şartları şöyle hülâsa edilebilir:
1-)Vâkıf temlik ve teberrua ehil olmak.
2-)Vâkıfın rızası bulunmak.
3-)Vâkıf mahcur olmamak.
4-)Vakf olunan mal akar veya vakfı müteârif menkul olmak.
5-)Vakf olunan mal ayn olup deyn ve menfaat olmamak.
6-)Vakf olunan mal muayyen olmak.
7-)Vakf olunan mal vâkıfın mülkü olmak.
8-)Vakıf müneccez olmak.
9-)Vakıfda hiyar-ı şart bulunmamak.
10-)Vakf olunacak ebniye ve eşcâr müstehikkul'kal' olmamak.
11-)Gaye kurbet ve ibâdet olmak. Bu şartları ihtivâ etmeyen vakıf sahih değildir. Bkz. Vakf-ı müneccez, müstehikku'l-kal'.
VAKF-I IRSÂDİ: Bkz. İrsâdî vakıf, tahsisat kabillnden vakıf.
VAKF-I LAZIM: Feshi kabil olmayan vakıftır. Bkz. Lüzûm-ı vakıf.
VAKF-I MERİZ: Bir kimsenin maraz-ı mevtinde yâni ölüm hastalığında vakıf yapmasıdır. Ölüm hastalığı ol hastalıktır ki ekseriyya anda ölüm korkusu olduğu halde hasta erkek ise hânesi haricinde ve kadın ise hânesi dahilinde olan işlerini görmekten âciz olup bu hal üzere bir sene geçmeden vefat eyleye. Eğer hastanın hastalığı daima bir hal üzere olup bir sene geçerse hastanın hastalığı müşted ve hali mütegayyir olmadıkca sahih hükmünde olur. Amma marazı şiddetlenip ve hali değişip bir sene geçmeden vefat ederse değişiklik anından itibaren vefatına kadar olan hali, maraz-ı mevt (ölüm hastalığı) addolunur.
VAKF-I' MEVKÛF: Vakf olunan şeyin vakfı demektir ki muteber değildir. Meselâ; icâreteynli vakıflar kim tarafından vakf edilmiş ise onun vakfıdır. Bu yerlere mutasarrıf olanlar yâni daimi kiracılar bu yerleri tekrar başka bir cihete vakf edemez çünkü, böyle bir vakıf, menfaatin vakfı demek olup menfaati vakıf ise sahih değildir. Keza, mütevellinin kendisinden bir mal ilâve ederek veya etmiyerek âhara ait bir vakfın şartlarını değiştirmek suretiyle bazı cihetlere vakf etmesi bâtıldır.
VAKF-I MUALLÂK: Bir şarta muallak olarak yapılan vakıfdır ki gayr-i sahihdir. Meselâ; bir kimse gaib olan oğlum gelirse veya şu hastalıktan kurtulursam... malım vakf olsun deyip te ba'dehu birinci surette oğlu gelirse ve ikinci surette hastalıktan kurtulursa dahi vakıf sahih olmaz. Yalnız emr-i muhakkaka ta'lik tencizdir. Oğlum sağ olarak falan kazadan kurtulmuş ise... malım vakf olsun deyip te vakıf zamanında oğlunun o kazadan kurtulmuş olduğu zahir olsa vakıf sahih olur.
VAKF-I MUZAF: Gelecek zamana muzaf olan vakıfdır ki vakfın müneccez olması şart olduğundan vakf-ı muzaf sahih değildir. Meselâ; bir kimse falan akarımı gelecek sene başından itibaren vakfettim dese bu vakıf sahih olmaz. Keza bir kimse falan akarım vefatımdan sonra vakfolsun demiş olsa filhal vakıf vücud bulmuş olmaz. Yalnız bu vasiyyet suretiyle vakf olup vasiyyetinde musır olarak vefat eder ve sülüs-ı mali "malının üçte biri" bu vakfa müsâid olur veya fazla olup ta varisler icâzet verirse ol akarın tamamı vakf olmuş olur.Bkz. Vakf-ı Müneccez.
VAKF-I MÜNECCEZ: Bir şarta muallak ve bir zamana muzaf olmayıp filhâl hüküm ifâde eden vakıfdır. Vakfın müneccez olması ve mevcut ve muhakkak olmayan bir şeye talik olunmamış bulunması şarttır. Bkz. Vakf-ı Muallak.
VAKF-I MÜRETTEB: Şartlarında tertibe delâlet bulunan vakıfdır. Vakfın gallesini veya tevlîyetini evlâdıma sonra evlâd-ı evlâdıma batnen ba'de batnin. neslen, ba'de neslin şart ediyorum gibi bir sûretle yapılan vakıfdır. Bu kabil vakıfda tertibe riâyet olunur. Meselâ; vâkıf, vakfının gallesini veya tevlîyetini batnen ba'de batnin evlâdıma ve evlâd'ı evlâdıma şart eyledim dese birinci batından evlât varken ikinci batından olana galle ve tevliyet verilmez. Diğer batınlarda da hal böyledir, yâni mukaddem batında evlâd mevcûd iken muahhar batındaki evlâd şarttan istifâde edemez.
VAKF-I MÜŞA': Hisse-i şayialı vakıfdır. Gerek şuyu aslonulan gerek sonradan arız olsun vakfın sıhhatine mani olmaz. Ancak Mescid veya makbere olmak üzere bir mülkün hisse-i şayiasını (şayi hissesini) vakf etmek sahih değildir'; gerek o mülk kabil-i taksim olsun ve gerek olmasın.
VAKF-I MÜŞTEREK: İki veya üç kişi tarafından tesis olunan vakıftır. Meselâ, A ve B aralarında şayiân müşterek olan han ve dükkanları bir cihet-i hayre (hayır ciheti) vakf etseler vakıf müşterek olur ve vakfiyelerinde vakıflarının idâresi, varidâtının sûreti sarfı (sarf sûreti) ve tevlîyeti husûsunda ne vechile şart etmişlerde mucebince amel olunur.
VAKF-I MÜTEÂREF: Cevâzı teâmül icâbından olan vakıfdır. Vakıfda te'bid şart olduğundan vakfolunan malın akar olması şarttır. Menkulün vakfı sahih değildir. Fakat bir memlekette menkul vakfedilmesi örf ve adet halinde bulunmuş ise o menkulun vakfı sahih olur. Meselâ; arzu edenlerin okuması için kitab ve mushaf-ı şerîf ve istirbah olunarak ribhi bir cihet-i hayre sarf edilmek üzere para, mekteb ve medresede isti'mal olunmak üzere mefruşat ve düğün cemiyetlerinde gelinlere âriyyet verilmek üzere elbise ve zînet eşyası ve hasılatı bir hayır cihete sarf olunmak üzere koyun ve keçi emsâli gibi hayvanat ve fukara çiftçiden tohuma muhtac olanlara ödünç verilmek üzere buğday ve arpa vesâir hubûbat vakf etmek örfe mebni sahihdir.
VAKF-I SAHİH: Aslen ve vasfen meşru' olan vakıfdır. Bkz. Vakf-ı gayr-i sahih.
VAKFİYE: Vakfa dair vâkıfın takrir ve hâkimin mürâfaa ve hükmünü hâvi tanzim olunan hüccettir. Vakfiyeler ale'l-ekser şu fıkraları ihtiva eder:
1-)Allaha hamd u senâ, vakfın ecr ü sevâbı hakkında vârid olan ayet ve hadisler.
2-)Vakf olunan mallar.
3-)Vakf olunan malların nasıl idare olunacağı.
4-)Vâridatın sarf yeri.
5-)Vakfın kimler tarafından idare olunacağı.
6-)Hâkimin vakfın sıhhat ve lüzumuyla hükmü.
7-)Nihayet tarih ve belgenin üst tarafında hakimin mührü.
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadime ve Vakıflar Arşivinde müteaddit ve bazıları rnüzehheb yani altun yaldızlı vakfiyeler vardır.
VAKFİYET: Bir aynın vakfolunarak şahsi tasarruftan men' olunmasıdır.
VAKF ALE'L-ÂMME: Âmmenin yani hem zenginlerin hem fukaranın intifa' etmesi için tesis olunan vakıfdır. Cami, mescid, makber, mektep, medrese ve umûmi hastahâne gibi. Bir kısım müessesât-ı hayriye vardır ki bunlardan intifa' yalnız fukaraya mahsusdur. İmâret ve hastaların yiyecek ve ilâçları gibi vakfından te'min olunmak üzere meşrut vakıf hastahânenin ve talebenin levâzımı, vakfın varidâtından ifa olunmak üzere vakfedilen hastahâne, mekteb ve medrese gibi. Bu nevi' müessesâttan vâkıf tasrih etmiş olmasa bile yalnız fukara intifa' eder. Meğer ki vâkıf, bunlardan zengin ve fakirlerin intifa' etmesini şart ve tasrih etmiş olsun.
VAKIFDA KİNÂYE: Vakıf ve şartlarını takrîr ve belirtmede kullanılan zamirdir ki en yakına ircâ' olunur. Meselâ; vâkıfın Türkçe yazdırdığı vakfiyede vâkıf vakfının tevliyetini evvela kendine ve sonra oğlu Mehmed'e ve sonra evladına şart etti diye yazılı olsa, evladına ta'biri Mehmed'in evladına matûf olur. Binâenaleyh vâkıf ve oğlu vefat ettiğinde vâkıfın diğer oğlunun oğulları, evlâdına ta'biri vâkıfın evlâdına masrûfdur diye biz de ölen Mehmed'in evladına iştirak ederiz diyemezler.
VAKIFDAN RÜCU': Yapılan vakıftan vaz geçerek fesh etmektir.Vakf-ı gayr-i lâzımda (lüzum ifade etmeyen vakıf) vakıfdan rücu' mümkün olduğu gibi vasiyet yoluyla yapılan vakıftan da rücu' olunabilir. Yani vasiyet yapan sağlığında sözle veya filen vasiyetinden rücu' edebilir. Bkz. Vakf-ı gayr-ı lâzım.
VAKIFDA ŞART-I BÂTIL: Ahkâm-ı şer'iyeye muvafık olmayan şarttır ki bununla amel olunmaz. Mesela vâkıf; vakfı hakkında mütevellinin hiyâneti hissolunsa dahi muhasebesine bakılmaması veya hiyaneti tahakkuk etse dahi tevliyetten azl olunmamasını şart etse bu şart batıldır. Alakalı makam, hiyaneti hissolunursa muhasebesine bakar ve hiyaneti zuhur ederse tevliyetten azl ve ihrac eder.
VAKIF GEDİK: Mutasarrıfı tarafından usûlüne tevfikan vakfedilen veya bir vakfa tahvil edilen gediktir.
VAKIFLAR KÜTÜĞÜ: Vakıflar Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Dairesinde vakfiye ve vakfa ait vesikaların kayd ve tescil olunduğu defterlere denir. Bugün bu daireye Vakıf Kayıtları Arşivi denmektedir.
VAKF Lİ'S-SEBÎL: Vakf ale'l-âmme demektir. Bkz. Vakf ale'l-âmme
VESSÂLE: Lûgatte bir şeyi diğerine ulaştırmak onunla birleştirmek mânasında olan vasi kökünden isimdir. İki vakfı birleştirmek için yazılan vesikaya denir. Meselâ, bir şahıs bir vakıf yaptıktan sonra diğer bir vakıf yapıp evvelki vakfına ilhak etse bu hususda yazılan vakfiye ve vesikalara vessâle denir.
VAZÎFE: Vakfınn gelirinden verilen maaş ve tayindir ki iki kısımdır. 1 - Hizmet karşılığı olan, 2 - Hizmet karşılığı olmayan vazifedir. Hizmet karşılığı olanda vazife ücret kabilindendir. Hizmet karşılığı olmayan vazifenin meşrutunlehine bakılır. Eğer meşrutunleh zenginlerden ise o vazife sıla (ikram) ve atıyye kabilinden ve eğer meşrutunleh fukaradan ise sadaka kabilindendir. Ücrette ücret ve sılada sıla hükümleri cereyan eder.
VAZÎFE-İ ŞÂGİRE: Boşalmış, münhal olmuş hizmet demektir. İmamet, hitabet, muallimlik, tabiplik gibi zaruri hizmetler münhal olunca hemen doldurulur. Vakfın vâridâtının (gelir) yetersizliği halinde boşalan ve zaruri olmayan hizmetlerden tasarruf cihetine gidilir.
VEKİL-İ HARC: Hastahane, mektep gibi müesseselerde lazım olan eşya ve erzakı satın alıp tedarik eden kimsedir.
VELED-İ BENÂT: Kız çocukların erkek ve kız çocuklarıdır. Binaenaleyh kızların çocuklarına meşrut bir vakıfta, vâkıfın kızlarının erkek ve kız çocukları şarttan istifâde eder. Çünkü çocuk lafzı gibi veled lafzı da erkek ve kıza şâmildir.
VİRD: Başka manalara da gelen vird, her gece Kur'andan okunan cüz'dür. Çoğulu evrâddır. Bir vakfiyede, "Mübarek gecelerde ruhuma hediye edilmek üzere, evrâd okunacak ve okuyana da ayda şu kadar akçe verilecektir" diye şart edilmiş olsa, kandil ve Ramazan geceleri vâkıfın ruhuna hediye edilmek üzre, Kur'an'dan birer düz' okunacak demek olur.
VELED-İ HÂDİS: Vâkıftan sonra doğan çocuktur ki sûret-i vakfa göre şartta dahil olur veya olmaz. Mesela, vâkıf vakfımın gallesini çocuklarıma ve bunlar munkariz olduktan sonra fukaraya şart ettim dese vâkıf zamanında mevcûd olan ile sonradan dünyaya gelen çocukları galleye müstehik olur.Amma vâkıf çocuklarını mevcud kaydiyle tavsif veya isimlerini zikr ederek tahsis ederse vâkıfdan sonra dünyaya gelen çocuklar meşrutunlehde dahil olmaz. Mesela, vâkıf "Vakfımın gallesini bugün mevcut olan çocuklarıma yahut vakfımın tevliyetini çocuklarım filân ve filâna şart eyledim" dese vâkıfdan sonra dünyaya gelen çocuklar şarta dahil olmazlar. Ahfadda dahi hüküm böyledir. Yâni ahfâda şartta, vakıf zamanında mevcut olan veya sonradan dünyaya gelen şartta dahil olur. Amma mevcud ahfâadın veya şu ve bu hafidlerim diye tahsisen zikrederse sonra doğanlar şartta dahil olmazlar.
VELED-İ SULBİ: Bir adamın öz çocuğudur. Manevi çocuğa ve evlâdlığa şâmil değildir. Binâen-aleyh bir vakfın gallesi sulbi evlâd ve evlâd-ı evlâda meşrut olsa sun'i evlâd şartta dahil olmaz.
VESİKA: İtimat olunacak şey manasındadır. İtimada şayan olan her nevi senet evraka ve bu arada i'lam ve hüccetlere, hulasa medâr-ı hüküm olabilecek her türlü yazılı delil vesikadır. Çoğulu vesâiktir.
Y
YAYLA: Yazın çıkılıp otundan ve suyundan intifâ' olunan arazidir. İki kısımdır. 1 - Defterhâne-i Âmire'de bir veya bir kaç kasaba ahalisine terk ve tahsis olunan yayladır ki, otundan suyundan ancak kendilerine mahsus olan mahaller ahalisi faydalanıp başkaları edemez. Yaylağın otundan ve suyundan faydalanan (intifa eden) ahaliden güçlerine göre yaylak resmi alınır. Bu gibi yaylaklar alınıp satılmaz ve tapu ile hiç bir kimseye tasarruf ettirilmez ve ahalinin rızası olmaksızın ziraat olunamaz. 2 - Bir veya bir kaç şahsın tapu senedi ile uhde-i tasarruflarında olan yaylaktır ki bu nevi' yaylakların hüküm açısından ekilen araziden farkı olmayıp yalnız bunda yazın çıkılıp otundan ve suyundan intifâ' suretiyle tasarruf olunur. Bu tür yaylaklardan intifâ' hakkı yalnız bâ-tapu (tapulu) müstakillen veya müştereken mutasarrıf olanlara mahsusdur. Bunlardan da tahammüllerine göre yaylak resmi alınır.
YETİM: Kız veya erkek olsun babası ve anası vefat eden çocuktur. Çoğulu eytâm ve yetâmâdır. Vâkıf, vakfiyesinde "Vakfımın gallesinden filanın fakir yetimlerine şu kadar hisse verilsin" diye şart etse, şart gereği kız olsun oğlan olsun o kimsenin fakir çocuklarına hisse verilir. Ancak çocuklar bâliğ olunca yetimlik ve galleye istihkakı kalkar.
Z
ZAMM-I MÜTEVELLİ: İcabında mütevelliye yardım etmek üzere hâkimin mütevelliye diğer bir kimseyi yardımcı olarak vermesidir. Zamm-ı mütevelli, büyük ve işi çok vakıflarda yapılır. Ayrıca atanan (bu yardımcı) mütevelli, asıl mütevellinin yardımcısı mesâbesindedir ki mütevellinin nezâreti altında bulunur. Bazı fukaha buna kayyim demektedir.
ZÂKİRLER: Tekyelerde ayin esnâsında ilâhiyyat okuyanlardır. Kıymetli Araştırmacı Zeki Pakal'ın Tarih Deyimleri ve Terimleri adlı eserinde zâkir maddesinde bu hususa ait faydalı tafsilat vardır.
ZÂVÎYE: Tekyelerin küçüğüne denir. Çoğulu zevâyâdır.
ZÂVİYEDÂR: Başmürşid demektir.
ZÂVİYE-NİŞÎN: Zâviyede oturan turuk-ı aliyye müntesipleri derviş demektir.
ZEKER: Erkek demektir. Çoğulu zükûrdur.
ZEVİ'L-ENSÂB: Karabet sahipleri (yakın kimseler, akrabalar) manasındadır. Âl ve cins ve Ehl-i Beyt ve erhâm ve ensâb hepsinin manası birdir.
ZEVÂİD: Vakfın vâridâtı meşrutunlehlere verildikten sonra artan (arta kalan, bakiye) demektir. Bazı fıkıh kitaplarında örfen hizmet mukabili olmayarak vakfın gelirinden salah, ilim sahiplerine ve fakirlere verilen şey diye beyan olunmuş ise de bizde bu manada müsta'mel değildir (kullanılmamaktadır).
ZEYL-İ VAKFİYYE: Mahfuz bırakılan salâhiyete müsteniden bir vakfın aslına veya şartlarına veya ilâveten yapılan vakfa müteallik vakfiyenin altına vâkıf tarafından yapılan beyanlardır.
ZEYL-İ MEŞÂYİH: Vâizler demektir. Bâb-ı Meşihatte (Meşihât Kapısında) tutulmakta olan İlmiye sicilinin sonuna kayd edildiklerinden bunlara zeyl meşayihi denirdi. Bu vâizliğin en yüksek derecesi Ayasofya Kürsü Şeyhliği idi. Bkz. Kürsi Şeyhi.
ZİYÂFETHÂNE: Misafir ve seyyahlar gibi fukarayı barındırmak ve yedirip içirmek üzere vakfolunan müessesedir
ZÜRRİYET: Nesil manasındadır. Bkz. Nesil.
ZÜRRÎ VAKIF: Zürriyete meşrut vakıftır. Mesela, vâkıf "Vakfımın gallesi evlad ve evlad-ı evladıma veya falanın evlad ve evlad-ı evladına verile" diye şart eylese bu zürrî bir vakıf olur.